Biz “yenilmez İsrail” algısının Aksa Tufanı ile yerle bir edildiğini unutursak bir yıldır Gazze halkının canıyla ortaya koyduğu çaba ciddi anlamda zarar görecektir. Siyonistler yaşadıkları hezimetin farkında oldukları için hız kesmeden vahşeti sürdürüyor. Gazze halkı ise direndikçe varlığını sürdüreceğini bildiği için muazzam bir direniş gerçekleştiriyor. Aksa Tufanı, Siyonistler için sonun başlangıcı olabilir. Bizim içinse yeni bir hikâyenin ilk safhasını oluşturuyor.
Erkam Kuşcu/ Yazar
1912'de Filistin topraklarının İngiliz Mandası altına girmesiyle başlayan süreç İngilizlerin kontrolü altında Filistin'in yavaş yavaş Yahudileştirilmesi planını içeriyordu. İngilizler Filistin'i kontrol ederken dünyanın dört bir yanından Siyonizm ideolojisini benimsemiş Yahudiler, Filistin topraklarına akın ettiler. Tüm bu çabalara karşın yine de Yahudi nüfus Filistinli Müslümanların yanında azınlık durumunda kaldı.
1948 senesine gelindiğinde ise Filistin'in işgali resmî statü kazanarak Tel Aviv merkezli kendisini "İsrail" olarak tanımlayan rejim kuruldu. Bundan sonrası Filistinliler için sürgün ya da ölümden başka tercih hakkı bırakmayan bir dönemi ifade ediyordu. Batı'nın desteklemesiyle işgal rejimi Filistin'i Filistinlilerden arındırmaya başladı. Önceleri Yahudileri Filistin'e yönlendirmek için "topraksız bir halk için halksız bir toprak" argümanını devreye sokan Siyonistler, Müslüman coğrafyada ise "Arapların toprak sattığı" dezenformasyonunu yaygınlaştırdılar. Bu argümanlar günümüze kadar gelen yalanlar zincirinin iki temel dayanağını oluşturmaktadır.
Suriyeli bir âlim olan İzzeddin el-Kassam'ın 1900'lerin başında öncülük ettiği cihad hareketiyle Filistin'de işgale karşı direniş ilk ivmesini kazandı. İzzeddin el-Kassam, İngiliz işgaline karşı Müslüman halkı bilinçlendirmek ve cihadın gerekliliğini hatırlatmak için bütün gücüyle mücadele ederken İngilizler tarafından katledildi. Onun bu mücadelesi Filistin halkının kendisine sunulan "ölüm ya da sürgün" seçeneklerine verdiği "ya zafer ya şehadet" cevabının en net ifadesidir.
Yaser el-Arafat'ın liderliğinde önemli bir güç kazanan el-Fetih hareketinin, kendisini devre dışı bırakmak için kurulan FKÖ'yü ele geçirmesiyle -özellikle 1970'li yıllardan sonra- Arafat, direnişin en önde gelen isimlerinden oldu. Arafat'ın Filistin için elinden gelen tüm imkânı sarf ettiğini söylemek mümkünken 1987 yılından itibaren başta Gazze Şeridi olmak üzere yeni bir hareket Filistin sathında güç kazanmaya başladı. Şeyh Ahmed Yasin ve Abdülaziz Rantisi tarafından kurulan İslami Direniş Hareketi (Hamas), Filistin halkının gelenek ve inanç dünyasıyla gerçek anlamda birlik içerisindeydi.
İhvan-ı Müslimin'e yakın bir hareket olarak Hamas'ın Filistin halkıyla bütünleşme süreci 2006 senesindeki seçim sonuçlarıyla çok net bir görüntü kazandı. Seçimlere ilk kez katılmasına rağmen Batı Şeria ve Gazze'de oyların ezici çoğunluğunu alan Hamas parlamentoda 76 sandalye elde ederken, el-Fetih'in sandalye sayısı 43'te kaldı. Komisyon, seçimlere katılımın yüzde 77'yi bulduğunu açıkladı.
Hamas'ın seçim zaferi Gazze için yıllardır devam eden ambargonun başlamasına sebep oldu. Filistin halkının tercihini İslamcılardan yana kullanmasını kabul edemeyen Siyonist rejim ve ABD, Gazze halkını yıldırmak için çok sert bir ambargo süreci başlattılar. Temel insani ihtiyaçların dahi bölgeye girişi engellenirken neredeyse her sene -özellikle Ramazan aylarında- Gazze halkı ağır bir bombardımana tâbi tutuldu. Açlık ve susuzluğun ardından yaşanan yıkımla Gazze halkının Hamas'a karşı ayaklanacağını düşünen işgalciler 7 Ekim 2023 tarihinde hesaplarının tutmadığını gördüler.
Ağustos 1949'da işgal ordusu askerleri iki Filistinli mülteciyi yakaladı. Adamı öldürdüler; kadın ise 22 asker tarafından tecavüz edildikten sonra katledildi. Mart 1950'de Siyonist askerler Gazze'den iki Filistinli kız ve bir erkek çocuğu kaçırdılar. Erkek çocuğu hemen katlettiler. Kızları ise tecavüz ettikten sonra öldürdüler. O yıllarda işgalci askerlerin evlerine dönmeye çalışan Filistinli kadın mültecilere tecavüz etmesi oldukça yaygındı. Örneğin Ağustos 1950'de dört İsrail polisi Batı Şeria sınırında ailesinin bahçesinden meyve toplayan Filistinli bir kadına tecavüz etti. Joseph Mesad, Middle East Eye'da yayımlanan "İsrail'in Gazze'deki Filistinlilere yönelik toplu katliamı yetmiş yıl önce başladı" başlıklı makalesinde aktardığı bu örnekler kurulalı sadece iki sene geçen işgal rejiminin Filistin'deki estirdiği terörün kısa bir özeti...
7 Ekim'e dair yapılan değerlendirmelerde yaşananları son süreç üzerinden okuyan hatalı bakış açısı Aksa Tufanı'nın ortaya çıkış sebeplerini ve Filistin halkı için ne ifade ettiğini gölgelemeyi amaçlıyor. Bir halkın İngiliz mandası döneminden beri maruz kaldığı zulüm aynı zamanda o halkın hafızasını da inşa ediyor. Aksa Tufanı ise bu hafızanın ve yaşanan bütün acıların bir sonucu olarak ortaya konulan reaksiyonun adı olarak tarihe geçti.
Bir senenin sonunda hala Aksa Tufanı'nın güçlü tesirini konuşmak Filistin halkının yaşadığı acıların boşa olmadığını göstermek için yeterli. Gazze'de taş üstünde taş bırakmayan işgal ordusu 7 Ekim'de öyle büyük bir hezimet yaşadı ki bunu örtbas etmek için bir senedir Gazze'ye tüm gücüyle saldırıyor. Aksa Tufanı, işgal rejimiyle normalleşme yolunda adım atan ülkeler başta olmak üzere bütün dünyayı kendine getirdi. Dünyanın her yerinde gerçekleştirilen kitlesel gösteriler sayesinde Siyonist hareket tarihinde hiç olmadığı kadar yalnızlaştı. Uzunca bir zamandır şahit olunmayan bir birliktelik ruhuyla hareket eden dünya halkları, birçok şehirde yüz binlerce insanın katılımıyla caddeleri ve sokakları doldurarak işgale, sürgüne ve katliama karşı onurlu bir duruş başlattılar.
Filistin'in işgaline nasıl karar verildi? İşgal için hangi askerî, siyasi ve "hukuki" süreçler işletildi? Filistin halkının topraklarını insansızlaştırmak için Siyonistlerin planı neydi? Bu sorular veyahut bunların ötesinde Filistin'in işgal edilme sürecine dair merak edilen tüm sorulara etraflıca cevap üretebilmek oldukça zor.
En temelde Filistin'de yaşanan "şey" modern insanın şahit olduğu en uzun soluklu zulümlerden birisi. Böyle büyük bir yıkımı anlamlandırmak ise ne kadar çabalarsak çabalayalım tam olarak mümkün değil. Ancak her şeye rağmen bunu denemek önemli. Zira Filistin'de yaşananlar insanlık tarihinin yakın döneminde güç sahiplerinin neler yapabileceğinin sınırlarını ya da sınırsızlığını göstermesi açısından vazgeçilmez bir konuma sahip.
1954, Hayfa doğumlu olan Yahudi tarihçi Ilan Pappê, "Yeni Tarihçiler" olarak ifade edilen akıma mensup. Pappê, 1999 senesinde verdiği bir röportajda Yeni Tarihçiler olarak nitelenen grubun en temelde Siyonizm'den güç alan mitlerle Filistin meselesine yaklaşmadığını ve Siyonist mitlerin bilimsel olarak sorgulamasını gerçekleştirdiğini ifade ediyor. Pappê'ye göre 1948 senesindeki plan Arapların tamamen sürüldüğü bir "İsrail'i" inşa etmekti. Siyonist kurucular bunu açıkça ifade etmeseler de "D Planı" adını verdikleri "sürgün ya da ölüm" mantığında işleyen bir süreci öngörüyorlardı. Bu plan Filistin topraklarının zorla boşaltılması açısından bir noktaya kadar başarılı olsa da Siyonistlere gerçek anlamda istedikleri devleti de vermedi.
Ilan Pappê'nin "Yeryüzünün En Büyük Hapishanesi / İşgal Altındaki Toprakların Tarihi" isimli çalışması geçtiğimiz sene Küre Yayınları tarafından Türkçeye kazandırıldı. "Yeryüzünün En Büyük Hapishanesi" yukarıda işaret edilen sorulara etraflıca cevaplar üretmeye çalışırken çok titiz bir tarih çalışması olarak Filistin'deki işgal ve soykırımın tarihini 280 sayfada özetliyor.
Kitabını Filistinli çocuklara adayan Pappê, Siyonistlerin Filistin'de yaptıklarını aktarırken kavramları yerli yerine koyarak hareket ediyor. Pappê, "İsrailli yerleşimcilerin" de Filistin'in işgali, sömürüsü ve yok edicisi olarak suça ortak olduklarını açıkça ilan ediyor (s. 30).Siyonist kurucuların İngilizlerden emanet aldıkları sömürge mantığıyla Filistin halkını yersiz yurtsuz bırakmak için devreye soktukları planları inceleyen Pappê, bu konuda en çok Siyonistlerin yasama ve yürütme meclisi olan Knesset'teki kabine tutanaklarından istifade ediyor. Pappê bu sayede Siyonist rejimin Batılı, modern ve seküler dayanaklarını da gözler önüne seriyor.
Filistin'deki vaziyeti anlatmak için en sık başvurulan kavramlardan birisi hiç şüphesiz çifte standart. Bugün Filistin'de Filistin'i gasp eden bir rejim var ve kendi içinde vatandaşlarına devamlılığı olan bir sistem sunmak zorunda. Öteki türlü Siyonistler yaşanan vahameti sürdüremeyeceklerinin farkındalar. Bu devamlılık ise öncelikle geniş bir baskı-şiddet ağıyla mümkün oluyor. Filistinlilerin yaşadıkları gerçek anlamda bir hapishane deneyimi. Bu hapishanenin duvarları ise belirsiz ve her an yer değiştirme özelliğine sahip. Anlık olarak Siyonistler tarafından belirlenen kurallar çerçevesinde Filistinliler var olma mücadelesi veriyorlar. Bu nokta ise Siyonistlerin kurdukları düzenin devamlılığını sağlayan ikinci hususa işaret ediyor. Batılı devletlerin "amasız" desteği.
Bu konuyu uzun uzun detaylandırmaya gerek yok. Bir senedir Gazze'de yaşananlar Batılı devletlerin işgal rejimi söz konusu olduğunda yapabileceklerinin hiçbir sınırı olmadığını zaten kanıtladı. Pappê, bu konuda Siyonistlerin ABD ve AB'yi nasıl kendilerine bağımlı hale getirdiğini incelerken karşılıklı çıkarları vurguluyor. Bunun dışında ise hukukun nasıl ayaklar altına alınarak insanlığın katledildiğini de "İsrail devlet arşivleri" kaynaklarından yola çıkarak etraflıca inceliyor.
Ilan Pappê, 21 Haziran tarihinde The New Left Review'de yayımlanan makalesinde kendi ifadesiyle "Siyonizm'in çöküşünü" altı maddede inceliyor. Pappê makalesinde Siyonist toplumdaki parçalanmışlığın kronik bir hal aldığını aktarırken Gazze'de işlenen cinayetlerle inşa edilmeye çalışılan "birliktelik ruhuna" dikkat çekiyor. Netanyahu'nun her şeye rağmen Siyonist toplumu bir araya getiremediğini vurgulayan Pappê yarım milyona yakın işgal rejimi vatandaşının ülkeyi terk ettiğini ve bunun ekonomik yansımalarını da mercek altına alırken Aksa Tufanı ile başlayan sürecin Siyonist ideolojinin çöküşü açısından mihenk taşı olabileceğini kaydediyor.
Siyonist rejimin pervasızlığı ve uluslararası sistemin buna nasıl çanak tuttuğunu görmek için Gazze'de yaşanan vahşeti gözlemlemek yeterli. Bir yıllık sürecin ardından ise Aksa Tufanı ile elde edilen kazanımların unutturulmasına izin vermemeliyiz. Eğer ki biz "yenilmez İsrail" algısının Aksa Tufanı ile yerle bir edildiğini unutursak bir yıldır Gazze halkının canıyla ortaya koyduğu çaba ciddi anlamda zarar görecektir. Siyonistler yaşadıkları hezimetin farkında oldukları için hız kesmeden vahşeti sürdürüyor. Gazze halkı ise direndikçe varlığını sürdüreceğini bildiği için muazzam bir direniş gerçekleştiriyor. Aksa Tufanı, Siyonistler için sonun başlangıcı olabilir. Bizim içinse yeni bir hikâyenin ilk safhasını oluşturuyor. Esas mesele ümitsizliğe kapılmadan sabırla direnişe omuz vermekten geçiyor!