Afrika'da yükselen DEAŞ tehdidi

Recep Yiğit/ Yazar
11.06.2024

DEAŞ terör örgütünün Afrika kıtasında yükselmesi, bölgenin tarihinde önemli bir yer tutan tasavvuf merkezli din anlayışıyla yeni çatışma alanının açılma ihtimalini beraberinde getirmektedir. Radikal-tekfirci söylemin yükselişine tarihsel boyuttan baktığımızda, İbn Teymiyye ekolünün de çatışmacı bir dönemde ortaya çıktığı görülmektedir.


Afrika'da yükselen DEAŞ tehdidi

Recep Yiğit/ Yazar

Irak ve Şam İslam Devleti (DEAŞ)'ın Orta Doğu'da yaşadığı kayıplar, örgütün Afrika kıtasına doğru genişlemesi ve etkinliğinin artmasıyla sonuçlanmıştır. 2013 yılında el-Kaide'den ayrıldığını ilan eden DEAŞ'ın, Afrika kıtasında hızlı bir şekilde yayılmasında Usame bin Ladin kritik bir role sahiptir. Nitekim Ladin'in 1991 senesinde Etiyopya ve Somali başta olmak üzere Sahra altı Afrika ülkelerinde başlattığı örgütlenme girişimleri, ölümünden sonraki dönemde farklı Afrika ülkelerine kaçan DEAŞ üyelerinin bu bölgelerdeki adaptasyonunu kolaylaştırmıştır. Diğer taraftan bölgede uzun süredir devam eden gıda güvensizliği, yoksulluk, adaletsizlik ve siyasi dengesizlik gibi sorunlar, DEAŞ'ın varlığını sürdürmesi için diğer bir önemli fırsatı oluşturmuştur. Aynı şekilde bölgedeki zayıf devlet yönetimleri, coğrafi olarak zor ve merkezi yönetimle ilişkileri zayıf alanların varlığı, DEAŞ'ın bu bölgelerde genişlemesini ve etki alanını arttırmasını kolaylaştırıcı faktörlerden bazılarıdır. Böylesi bir zeminde bilhassa Ebu Musab el-Suri'nin küresel cihadın mobil olması ve sabit bir mekânda olmaması gerektiği yönündeki deklarasyonu, örgüt üyelerinin bulundukları bölgelerde hücre tipi örgütlenmelere yönelmelerine ve terör ile teşkilatlanma faaliyetlerini sürdürmelerine katkı sağlamıştır. Bu minvalde DEAŞ'ın sosyal medya araçlarını etkin bir şekilde kullanması da hem örgüt yapılanmasını daha esnekleştirmiş hem de yeni üye kazanmalarını kolaylaştırmıştır.

DEAŞ'ın eylem modelleri, El-Kaide örgütünden farklılık göstermesine rağmen, kökeninde El-Kaide'nin ideolojik etkisinin belirgin olduğu kabul edilmektedir. Nitekim DEAŞ'ın temelleri, Irak'a yönelik 2003 yılında Saddam Hüseyin'in devrilmesi amacıyla ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri tarafından başlatılan "Kararlılık Fırtınası Operasyonu" sonrasındaki çökmüş devlet ve düzenin bozulduğu zeminde atılmıştır. Amerika'nın Afganistan'daki 2001 yılı operasyonunda köşeye sıkışan el-Kaide hücreleri böylesi bir boşluğu fırsata çevirerek İran üzerinden Irak'a geçmişlerdir. Burada "Cemaat el-Tevhid vel-Cihad" isimli yapı altında toplanan örgütün liderliğini, 1990'lı yıllarda Ladin'in Afganistan Herat'taki kamplarında yetişmiş olan Ebu Musab el-Zerkavi üstlenmiştir. Zerkavi'nin, 2004 yılında Ladin'e biat etmesiyle birlikte Irak el-Kaide'si adında yeni örgütünü kurduğu bilinmektedir. Zerkavi'nin ölümüyle birlikte 2013 yılında örgütün yeni lideri Ebu Bekir el-Bağdadi'nin önderliğinde Irak el-Kaidesi, adını DEAŞ olarak değiştirmiş ve böylece örgüt Eymen el-Zevahiri'ye biat etmeyerek El-Kaide'den resmen ayrıldığını ilan etmiştir.

Yoğunluk Batı Afrika'da

Afrika kıtasında DEAŞ'ın, özellikle Batı Afrika ve Sahel bölgesinde yoğunlaştığı gözlemlenmektedir. Bu bölgelerdeki etkinliğini artıran örgüt, radikal-tekfirci bir yaklaşım benimseyerek Fransız sömürgeciliği karşıtlığı ve "tağut" rejimlere karşı cihat söylemleri üzerinden meşruiyet kazanmaktadır. Örgüt, bu bölgede yaşayanların hoşnutsuzluğunu ve halk arasındaki ayrışmaları körükleyerek, radikal ideolojisi doğrultusunda etki alanını genişletmeyi hedeflemektedir. Bu bağlamda, DEAŞ'ın Batı Afrika ve Sahel bölgesindeki etkinliği el-Kaide'ninkinden farklılaşsa da örgütün ideolojik temelleri ve etkilenme süreçlerinin, el-Kaide öğretilerine dayandığı bilinmektedir.

Afrika kıtasında var olan siyasi istikrarsızlık, zayıf yönetimler, yoksulluk, etnik ve dini gerilimler, kuraklık, sınır güvenliği eksikliği ve dış müdahaleler gibi faktörler, örgütün bu bölgelerdeki etkinliğini artırmasında önemli bir rol oynamaktadır. Bu gibi faktörleri etkin bir şekilde kullanan örgütün bölgede haraç toplama, adam kaçırma ve çeşitli vergi düzenlemeleri gibi yöntemlere başvurduğu gözlemlenmektedir. Aynı şekilde gençlere sunduğu istihdam fırsatları ve vaatler, örgütün propaganda araçları arasında önemli bir yer tutmaktadır. Örgüt, bölgedeki otorite boşluğunu ve bölgesel sıkıntıları kendi propagandalarıyla birleştirerek kaynak mobilizasyonu çalışmalarını etkin bir şekilde yürütmektedir. Bu doğrultuda, özellikle Boko Haram, Batı Afrika Eyaleti İslam Devleti (ISWAP) ve Orta Afrika Vilayeti (ISCA) gibi örgütlerle iş birliği yaparak etkinliğini artırmaktadır. Ancak, yukarıda değindiğimiz üzere DEAŞ'ın ortaya çıkmasının ideolojik dayanağı olan el-Kaide'nin Afrika genelinde varlığı, örgütün bölgedeki potansiyelini etkileyebilecek bir unsurdur.

Gelecekteki potansiyel tehlikeler

Afrika kıtasındaki mevcut tekfirci hareketlerin varlığının ve etkinliğinin artacağı ve bölgede yeni mezhep çatışmalarının boy göstereceğine dair öngörümüz, çeşitli dinamiklerin bir araya gelmesiyle şekillenmektedir. Öncelikle, İslam dünyasına yönelik saldırılar ve uluslararası müdahaleler gibi faktörler, bölgedeki radikalleşme sürecini hızlandırmaktadır. Ayrıca, Afrika'nın maruz kaldığı uzun süreli sömürgecilik ve ağır baskılar da bölge insanının travmalarını ve hoşnutsuzluğunu oldukça derinleştirmiştir. Varlığını 'öteki'ne nefret üzerinden inşa eden tekfirci yapılar, bu karşıtlığı üye kazanma amacıyla etkin bir şekilde kullanmaya devam edeceklerdir. Bu bağlamda El-Suri'nin küresel cihat düşüncesiyle şekillenen mobilize cihat anlayışı da terör örgütlerinin yapılarını ve stratejilerini değiştirerek modern terörizmin dönüşümünde önemli bir rol oynamıştır. Bu yaklaşım, merkezi olmayan bir yapı ve bireysel cihat stratejisiyle terör gruplarını daha esnek ve dirençli hale getirmiş, aynı şekilde özellikle DEAŞ gibi örgütlerin etkinliğinin artmasına sebebiyet vermiştir.

Diğer taraftan, DEAŞ terör örgütünün Afrika kıtasında yükselmesi, bölgenin tarihinde önemli bir yer tutan tasavvuf merkezli din anlayışıyla yeni çatışma alanının açılma ihtimalini beraberinde getirmektedir. Radikal-tekfirci söylemin yükselişine tarihsel boyuttan baktığımızda, İbn Teymiyye ekolünün de çatışmacı bir dönemde ortaya çıktığı görülmektedir. Nitekim Moğol istilası sırasında da tasavvufi yapılanma hedef alınmış, başlatılan şiddet ve çatışma ortamı, çarptırılmış İslami söylemin etkisiyle günümüze kadar gelmiştir. Afrika'daki radikal-tekfirci grupların da benzer bir yaklaşımla bölgenin tarihinde önemli bir yer tutan tasavvuf merkezli din anlayışıyla çatışma halinde olması muhtemeldir; nitekim bazı bölgelerde bu çatışmalar görülmüştür. Bu bağlamda, Afrika kıtasının hem iç çatışmalara hem de dış müdahalelere açık bir hale geleceği öngörülmektedir. Bu durumun, bölgedeki radikal-tekfirci grupların varlığı ve etkinliğiyle birlikte, bölgesel istikrarsızlığın ve çatışmaların artmasına yol açması mümkündür. Öte yandan Fransa'nın eski sömürgesi olan Afrika ülkelerinin genel olarak kıtanın batı kısmını ve Orta Afrika'nın bazı bölgelerini oluşturması, Fransa'nın bu bölgelerden çekilmesinin ardından Afrika'daki radikalleşme hareketlerinin rotasının güney bölgelere kayabileceği öngörüsünü doğurmaktadır.

Sonuç olarak el-Kaide'nin Afrika'daki aktif yapılanması, örgütün bu bölgelerde, Orta Doğu'da olduğu gibi DEAŞ'a dönüşebilme riskini taşımaktadır. Nitekim bölgedeki DEAŞ'ın temsilcisi konumundaki örgütlerin lider kadrolarında genellikle el-Kaide'den ayrılan isimlerin bulunması, iki örgüt arasındaki ilişkinin karmaşıklığını ve iç içe geçmişliğini vurgulamaktadır. Bu geçişkenlik, iki örgütün ideolojik ve operasyonel sınırlarının belirsiz olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda bazı bölge ülkelerinde DEAŞ ile El-Kaide'nin ortak hareket ettiği ve bazı eylemlerde bulunduğu bilinmektedir. Ortak düşmanlara karşı iş birliği yapmaları, bölgedeki terör faaliyetlerinin koordinasyonunu artırmakta ve bölgesel istikrarı tehdit etmektedir. El-Kaide'nin Afrika'daki yapılanması ve DEAŞ ile olan karmaşık ilişkisi, iki örgüt arasında net bir ayrım yapmayı zorlaştırmaktadır. Hem rekabet hem de iş birliği içindeki bu iki örgütün varlığının, bölgesel güvenlik açısından ciddi bir risk teşkil ettiğini söylememiz mümkündür.