Afete dayanıklı sosyal zemin nasıl kurulur?

Prof. Dr. Celalettin Yanık/ Bursa Uludağ Üniversitesi
29.04.2025

Depremin toplumsal ve psikolojik artçıları yıllarca sürebilir. Bu yüzden depremleri sadece jeolojik değil, aynı zamanda sosyolojik bir olgu olarak görmek zorundayız. Çünkü depreme dayanıklı şehirler, mühendislik temelli çalışmalar ile birlikte gönüllülüğe dayalı dayanışmacı kültür ve güçlü bir toplumla inşa edilir.


Afete dayanıklı sosyal zemin nasıl kurulur?

Prof. Dr. Celalettin Yanık/ Bursa Uludağ Üniversitesi

İstanbul merkezli deprem, bir kez daha bu doğa olayının sadece yer bilimsel bir olay olmadığını, sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan da önemli bir vaka olduğunu göstermiştir. Çünkü deprem, sadece yer kabuğundaki ani hareketlerin ürünü olan bir doğa olayı değildir. Aynı zamanda toplumsal hafızayı tekrar gündeme getiren, sosyal dokuyu, yaşam pratiklerini ve insan ilişkilerini dönüştürebilen bir vakadır. Özellikle aktif fay hatlarının sık geçtiği ülkemizde deprem, jeolojik bir gerçeklik olmanın çok ötesine geçer; sosyolojik, ekonomik, kültürel ve psikolojik boyutlarıyla birlikte değerlendirilmesi gereken kapsamlı bir toplumsal olgudur.

Türkiye'nin depremle ilgili kolektif hafızasında 1939 Erzincan, 1999 Marmara ve 2023 Kahramanmaraş depremleri gibi büyük felaketler derin izler bırakmıştır. Bu depremler, sadece binaların değil, kolektif bilincin ve hafızanın da nasıl şekillendiği hususunda bizlere örnekler sunmaktadır. Her yeni deprem, geçmiş hüzünlerin ve acıların da yeniden canlanmasını beraberinde getirir. Bu nedenle, "deprem" kelimesi bugün birçok insan için; kayıp, yalnızlık, çaresizlik, korku ile dayanışma, gönüllülük, bir arada olma gibi bireysel ve sosyal içerikli hem olumsuz hem de olumlu duyguları tetikleyen bir simgeye dönüşmüştür.

Depremin sosyal merkezleri

Nasıl ki yer kabuğundaki katmanlar arasında bir enerji birikimi oluyorsa, toplumsal katmanlar arasında da benzer bir enerji birikimi oluyor, bu birikim sayesinde dayanışma duygusunda artış meydana geliyor. Ancak depremler, toplumsal katmanlar arasında birtakım farklılaşmaların da görünür hâle geldiği anlardan biridir. Aynı büyüklükte bir deprem, farklı sosyal katmanlarda farklı etkiler doğurabilir. Örneğin lüks konutlarda yaşayanlar, gecekondu bölgelerine oranla daha az maddi kayıplarla karşılaşabilirken, gecekondu bölgelerinde yaşayanlar hayatlarını ve en yakınlarını kaybedebilir.

Özellikle plansız mekânsal kümelenmelerin hâkim olduğu bölgelerde yaşayanlar, depremlere karşı daha savunmasız kalmaktadır. Sağlıksız binalar, altyapı eksiklikleri ve acil yardım hizmetlerine erişimdeki zorluklar, bu bölgelerde yıkımın boyutunu kat kat artırır. Dolayısıyla deprem, sosyal ayrımların çıplak bir göstergesi hâline gelebilmektedir.

Afet sonrası süreçlerde dezavantajlı gruplar uzun yıllar süren maddi, manevi ve sosyal kayıplarla mücadele etmek zorunda kalır. Bu nedenle mekânsal dağılımların eşitsizliğinin ağır yükü de toplumun üzerine çöker.

Kolektif hafıza ve travma

Her büyük deprem, toplumun kolektif hafızasında derin izler bırakır. 1999 Marmara Depremi'nin yarattığı korku ve acılar, Türkiye'de afet bilincinin gündeme gelmesine kaynaklık etmiştir. Asrın felaketi olarak nitelenen 2023 Kahramanmaraş depremleri ise sadece o bölgeyi etkilemekle kalmamış, diğer tüm bölgeleri de etkileyen ve toplumsal hafızada derin yer eden bir vaka olmuştur. Asrın bu felaketi, bireysel acıları kolektif acılara dönüştürmüştür. Bu acı ve zorlukların üstesinden gelebilmek adına bu bölgelerden ülkemizin farklı bölgelerine doğru göçler de yaşanmıştır. Bu göçler sonucunda oluşan yeni birliktelikler, toplumsal dayanışmanın ve kitlesel seferberliğin nasıl yapılabilir olduğu kanıtlamıştır. Bu göçlerin doğurduğu olumsuz neticeler de bulunmaktadır: Aile yapıları dağılabilmekte, komşuluk ilişkileri kopmakta, mahalle kültürleri ve eğitim süreçleri kesintiye uğratmaktadır. Özellikle eğitim süreçlerinin kesintiye uğraması çocuklar ve gençler üzerinde uzun vadeli olumsuz etkiler gösterebilmektedir. Deprem çocuklarda korku, anksiyete ve travmatik stres bozukluklarına; yaşlılarda ise yalnızlık ve depresyona neden olabilir. Tüm bunlar toplumsal bağların zayıflamasına ve dayanışma ağlarının kopmasına yol açma riski taşıyabilmektedir.

Afetler, toplumun dayanıklılık kapasitesini, yani kriz anında birlikte hareket edebilme ve yeni düzenler oluşturabilme becerisini de test eder. Türkiye'de her büyük depremin ardından kamu otoritelerinin refleksleri, yardım kampanyaları, gönüllü faaliyetler ve sivil toplum inisiyatifleri dikkat çekici biçimde artmıştır.

Deprem sonrası sahaya inen arama kurtarma ekipleri, gönüllüler, sivil toplum kuruluşları ve sıradan vatandaşlar, sadece fiziksel enkazı kaldırmakla kalmaz, duygusal enkazın da kaldırılmasına yardımcı olur. Birbirine yabancı olan bireyler, afet zamanlarında güçlü sosyal bağlar geliştirebilir. Kriz anlarında ortaya çıkan bu olağanüstü dayanışma hali, sosyal sermayenin ne denli hayati olduğunu bir kez daha gözler önüne serer. Bu nedenle, afetlere karşı dirençli bir toplum oluşturmak sadece teknik müdahalelerle değil, güçlü sosyal ağlar ile gönüllülük kültürü geliştirerek mümkün olabilir.

Sosyal medyanın rolü: Bilgi ve manipülasyon arasında

Enformasyon çağında, doğru bilgiye ulaşmanın hayati önemi, afet anlarında daha da belirginleşmektedir. Zira depremler sırasında ve sonrasında enformasyonun doğru ve etkili kullanımı önemlidir. Doğru bilgi akışı, arama kurtarma çalışmalarının koordinasyonundan toplumun moralinin yüksek tutulmasına kadar pek çok alanda kritik bir rol oynar. Ancak bilgi kirliliği ve dezenfromasyon da toplumsal panik yaratabilir, kurtarma çalışmalarını sekteye uğratabilir. Özellikle sosyal medyada yayılan dezenformasyon, bireylerin karar alma süreçlerini olumsuz etkileyebilir.

Bu nedenle kriz zamanlarında medya okuryazarlığı büyük önem taşır. Toplumun doğru ve güvenilir bilgiye ulaşabilmesi için özellikle sosyal medya kullanıcılarının sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerekir. Sosyal medya kullanıcılarının bireysel sorumluluk bilinciyle hareket etmemeleri sonucu oluşacak yanlış bilgilendirme, arama kurtarma çalışmalarını sekteye uğratabilir. Özellikle sosyal medyanın deprem sonrasındaki arama kurtarma faaliyetleri açısından önemi bir kez daha ortaya çıkmış olduğundan, sosyal medyada dezenformasyonun ne kadar hatalı ve ölümcül sonuçlar doğurabileceği medya okuryazarlığı ve bilinçli hareket açısından önemini arttırmaktadır.

Deprem sonrası şehirlerin fiziksel olarak yeniden inşası mümkündür, ancak toplumsal enkazı kaldırmak çok daha zorlu ve uzun soluklu bir süreçtir. İnsanların yaşadığı maddi ve manevi kayıplar, ruhsal travmalar, aile ve sosyal çevrelerinden kopuşlar kalıcı etkiler yaratabilmektedir. Bu nedenle afet yönetimi anlayışı sadece mühendislik çözümleriyle sınırlı kalmamalı, psiko-sosyal destek mekanizmaları da etkin bir biçimde devreye sokulmalıdır.

Psiko-sosyal yardımlar, bireylerin yaşadıkları şoktan çıkmasına ve olağan ya da gündelik hayatlarına yeniden tutunmasına yardımcı olmaktadır. Gündelik hayatın olağan akışının deprem sonrasında yeniden sağlanabilmesi açısından toplumsal düzeyde psiko-sosyal nitelikli çalışmaların yaygınlaştırılması, uzun vadede toplumsal iyileşmenin mümkün olabilmesini sağlar.

Dirençli bir toplum inşa etmek

Afet riskine karşı dirençli toplumlar inşa etmek için en az mühendislik temelli çalışmalar kadar sosyal ve kültürel çalışmalar da geliştirilmelidir. Toplumdaki her bireyin afet bilinci ve duygusal dayanıklılık açısından eğitiminin mümkün koşulları oluşturulmalıdır. Afet farkındalığına dayalı eğitimler ilkokul düzeyinden başlayarak müfredatın bir parçası olabilir. Çünkü toplumun her kesimi, afet öncesi, sırası ve sonrası süreçlerde nasıl davranması gerektiği konusunda hala yeterli bilince sahip değildir. Özellikle görsel, işitsel ve yazılı medyanın yanı sıra sosyal medyanın yaygın olduğu günümüz koşullarında, bu türden bilgiler ile gönüllük ve her bireyin kriz anında nasıl katkı sağlayabileceği sosyal medya aracılığıyla yaygınlaştırılabilir, örnek uygulamalar sayesinde toplumsal bir bilinç oluşturulabilir.

Depremin toplumsal ve psikolojik artçıları yıllarca sürebilir. Bu yüzden depremleri sadece jeolojik değil, aynı zamanda sosyolojik bir olgu olarak görmek zorundayız. Çünkü depreme dayanıklı şehirler, mühendislik temelli çalışmalar ile birlikte gönüllülüğe dayalı dayanışmacı kültür ve güçlü bir toplumla inşa edilir. Bu yönde yapılacak olan sosyal çalışmalar mühendislik çalışmalarını tamamlamaktadır. Deprem, bize her seferinde şu gerçeği hatırlatır: Sağlam zeminlerde yükselen yapılar kadar, sağlam sosyal zeminlerde yükselen toplumlar da yaşanacak yeni felaketlerin en güçlü savunmasıdır.