Tahran yönetimi hâlâ yeni Suriye'yi kabullenemediğini göstermekte ve Ahmed Şara yönetiminde artan şekilde uluslararası konumunu güçlendiren yeni iktidara karşı hasmane tutumunu sürdürmektedir. Peki İran'ın bu tutumunun nedeni ne?
Doç. Dr. Serhan Afacan/ Marmara Üniversitesi
Suriye'de Esed rejiminin devrilmesinin ardından nasıl bir tutum takınacağı merak edilen ülkelerden biri de İran oldu. Bunda, Suriye'nin uzun yıllardır bölgede İran ile en girift ve stratejik ilişkilere sahip devlet olması kadar İran'ın ülkede halk hareketlerinin başladığı Mart 2011'den itibaren Beşşar Esed'i iktidarda tutmak için her türlü çabayı sarf etmesi de etkili oldu. İran'ın başat finansörlerinden olduğu Baas zorbalığının uzun yılların ardından, beklenmedik şekilde ve büyük bir çürümüşlük içinde çökmesi, Tahran yönetiminin bu rejim üzerinden yaptığı hesapların da suya düşmesine neden oldu. Suriye'yi emperyalist-Siyonist bloka karşı kurduğunu savunduğu ve "direniş ekseni" olarak adlandırdığı yapılanmanın asli bir parçası olarak gören ve Irak üzerinden Lübnan'a kara bağlantısı sağlaması açısından da fevkalade önemseyen İran'ın, 8 Aralık'taki devrimden ve Esed'in ülkeden kaçmak durumunda kalmasından hoşnut olmaması şaşırtıcı değil. Nitekim başta ülkenin Devrim Lideri Ali Hamaney gelmek üzere üst düzey yetkililerin yaptığı açıklamalar, İran'ın hoşnutsuzluk ve rahatsızlığının ne kadar derin olduğunu gösterdi. Öyle ki Tahran yönetimi hâlâ yeni Suriye'yi kabullenemediğini göstermekte ve Ahmed Şara yönetiminde artan şekilde uluslararası konumunu güçlendiren yeni iktidara karşı hasmane tutumunu sürdürmektedir. Peki İran'ın bu tutumunun nedeni ne?
Öncelikle Suriye'de bir "rejim" değişikliği yaşanmadığı ve her ne kadar 2012 Anayasası lağvedilse ve Meclis feshedilse de ülke Suriye Arap Cumhuriyeti olarak varlığını koruduğu için ortaya bir "diplomatik tanıma" ve daha önce akdedilmiş ikili ve çok taraflı anlaşmaların durumuna ilişkin kategorik bir belirsizlik çıkmadığını kaydetmek gerekir. Bu nedenle de Suriye kağıt üzerinde bütün diplomatik ilişkilerine kaldığı yerden devam ederken fiiliyatta bazı ülkelerle önemli gerilimler yaşamaya başladı. Suriye-İran hattında yaşananlar bunun bir örneği. Bu noktada Suriye'nin 1979'daki devrimin ardından kurulan İran İslam Cumhuriyeti'ni tanıyan ilk Arap devleti olduğunu hatırlamak gerekir. 8 Aralık'tan bu yana İranlı yetkililerin açıklamalarına bir bütün olarak bakıldığında ise İran'ın ABD ve İsrail'e karşı kullandığı dil ile Şara yönetimindeki Suriye'ye karşı kullandığı ve merkezinde "düşman" söyleminin bulunduğu dilin çok benzer olduğu görülür. Hamaney 11 Aralık'ta yaptığı ve Suriye'deki gelişmeleri "Amerikan-Siyonist bir planın ürünü" olarak nitelediği konuşmasında şu ifadeleri kullanmıştı:
"Şüphesiz cesur Suriye gençleri ayağa kalkacak ve direnerek, hatta gerekişe kayıp vererek bu durumun üstesinden geleceklerdir. Bunu, tıpkı cesur Irak gençlerinin, ABD işgalinden sonra, bizim aziz şehidimizin (Kasım Süleymani'yi kastediyor) yardım, örgütleme ve komutasında düşmanı evlerinden ve sokaklarından çıkarmayı başardığı gibi yapacaklar. Elbette Suriye'deki süreç uzun sürebilir, ancak sonuç kesin ve kaçınılmazdır."
İran haftalardır sürdürdüğü bu karşı devrim çağrılarını,Suriye'nin toprak bütünlüğünü korumak, terör örgütlerinin güvenli limanına dönüşmesini engellemek ve halk iradesini hakim kılmak gibi ilkelere dayandırıyor. Ancak Suriye'den Golan Tepeleri'ni 1967'de işgal eden İsrail'in bu işgali bütün Esed rejimi boyunca sürdürdüğünü, Suriye'nin Beşşar Esed yönetimi altında yalnızca DEAŞ terörünün değil PKK/YPG terörünün de hareket sahası haline geldiğini ve nihayet Suriye'de seçimlerin Esed yönetimi altında hiçbir zaman halk iradesine saygı duyularak yapılmadığını hatırlamak gerekir. Bu nedenle İran'ın bu yaklaşımının motivasyonu başka yerde aranmalıdır.
İran'ın öncelikli rahatsızlığı, ABD-İsrail cephesi ile yaşadığı gerilimleri sınırlarının dışında tutmak için inşa ettiği ileri hattın çökmesi ve 1 Nisan'da İsrail'in İran'ın Şam'daki konsolosluk binasını vurmasıyla bu iki ülke arasında başlayan birbirini doğrudan hedef alma durumunun milli güvenliğini tehdit edecek düzeye ulaşmasıdır. Diğer bir ifadeyle, İran açısından Irak-Suriye-Lübnan hattından İsrail'i tehdit etme ve ona karşı caydırıcılık sergileme kapasitesinin zayıflaması önemli bir sorundur. İsrail'in Gazze'deki katliamlarının ardından Lübnan'da 27 Eylül 2024'te öldürdüğü Hasan Nasrallah başta gelmek üzere üst düzey Hizbullah liderlerini ve örgütün alt yapısını hedef alan saldırıları da İran'ın endişelerini artırmaktadır. İran'ın bir diğer endişesi de Suriye'deki stratejik üstünlüğün Türkiye'nin eline geçmesidir.
8 Aralık devriminin ardından Suriyeli yetkililerle İranlı yetkililerin karşılıklı birbirlerini hedef alan açıklamalarının yanı sıra Suriye'de 29 Ocak'ta düzenlenen Zafer Konferansı'nda geçiş döneminin cumhurbaşkanı ilan edilen Şara'nın ilk yurt dışı ziyaretlerini 2 Şubat'ta Suudi Arabistan'a ve 4 Şubat'ta Türkiye'ye yapması da İran'ın olumsuz tutumunu pekiştirmiş görünüyor. Bu tutum, bir noktada tavrını değiştirmesi beklenen İran'ın süreci uzatmasına neden olmaktadır. Peki İran'ın bundan sonraki Suriye stratejisine dair ne beklenebilir?
Ahmed Şara 3 Şubat'ta The Economist'e verdiği ve Suriye'nin ayağa kalkmak için milli birliği sağlamasının gerekliliğine vurgu yaptığı röportajda konuyu müzakere ile çözmek istediklerini ama YPG ile yapılan görüşmeler konusunda iyimser olmadığını belirtti. Ayrıca YPG'nin kontrol altında tutmaya çalıştığı kuzeydoğu Suriye'nin Arap çoğunluğun yaşadığı bir bölge olduğuna ve bu unsurların YPG'den rahatsız olduğuna da işaret eden Şara, Suriye'de federal bir sistemin söz konusu olamayacağının altını çizdi. Bunun üzerine Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 5 Şubat'ta Anadolu Ajansına yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı: "Sayın Şara'nın (PKK/YPG konusunda) kafasının son derece net olduğunu gördüm. Bu netlik Türkiye'nin güvenlik ihtiyaçlarını tatmin edecek düzeyde."
ABD Başkanı Donald Trump'ın Suriye politikasının henüz belirsizliğini koruduğu ama her halükarda Suriye Demokratik Güçleri (SDG) olarak adlandırdığı PKK/YPG unsurlarına destek vereceği hesaba katılırsa, bu konu Şam yönetimi ve elbette Türkiye için önemini koruyacaktır. YPG'yi terör örgütü olarak kabul etmeyen İran, Suriye'nin bütünüyle Şam yönetiminin kontrolüne geçmesini en azından şu noktada istemediği için sürece ket vurmaya çalışıyor ve bu tavrını kolay kolay değiştirecek gibi durmuyor. İran, bir süre sonra Şam yönetimi ile YPG, DEAŞ, Baas Partisi kalıntısı unsurlar ve hatta bizzat devrimi gerçekleştiren gruplar arasında bir iç savaş çıkma ihtimalini, mevcut statükoyu değiştirmeyi sağlayacak potansiyel bir araç olarak görüyor. Nitekim İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi 25 Aralık 2024'te yaptığı açıklamada "Hem biz hem de Suriye'de zafer kazandığını düşünenler açısından henüz bir yargıya varmak için çok erken olduğunu düşünüyorum" ifadelerini kullanmıştı.
İran Dışişleri Bakanlığına bağlı Siyasi ve Uluslararası Araştırmalar Merkezinde (IPIS) Kıdemli Uzman Seyyid Muhammed Hüseyni tarafından 21 Aralık'ta yayımlanan analizde Suriye'nin geleceğine dair şu iki senaryoya yer verilmişti:
1- Yabancı ülkelerin iradesi, Suriye'deki iç muhalif güçlere üstün gelirse, ülke her an çökme riski taşıyan, zayıf ve yamalı bir geçici hükümetle karşı karşıya kalacaktır. Bu hükümetin ayakta kalması Türkiye, ABD ve Suudi Arabistan'ın siyasi, güvenlik ve ekonomik desteğine büyük ölçüde bağımlı olacaktır.
2- Şayet ilgili yabancı aktörler, özellikle Türkiye, İsrail ve Suudi Arabistan, bir anlaşmaya varamazsa veya varılan anlaşma Suriye'deki iç çatışmaları bastırmada başarısız olursa, o zaman Suriye'de hızla bir iç savaş patlak verecektir.
Bu iki ihtimal zikredildikten sonra ve Suriye'de bir iç savaşın, çatışmanın Irak ve Lübnan'a yayılma riski nedeniyle İran açısından istenmeyen bir senaryo olacağının ama zayıf bir koalisyon hükümetinin kurulmasının İran açısından kabul edilebilir bir seçenek olacağının savunulduğu yazıda, İran'ın takip edebileceğe siyasete dair ise şu değerlendirme yer almıştı:
"Bu nedenle İran bu kötü ve daha kötü iki seçenek arasında tercih yapmalı ve Türkiye ve Suudi Arabistan ile iş birliği yaparak Suriye'deki geçici hükümetin istikrara kavuşmasına yardımcı olmalıdır. Kısa vadede, İran'ın Suriye'nin gelecekteki hükümetiyle ilişkilerini yeniden inşa etmesi mümkün görünmemektedir. Bu, zaman alacak ve Suriye'deki muhalif güçlerin İran'a karşı birikmiş düşmanlığının azalmasına ve özellikle İsrail'e karşı ortak jeopolitik çıkarların ortaya çıkmasına bağlı olacaktır. Şu an için İran'ın önceliği, Suriye sahasından Irak ve İran'a yönelmesi muhtemel tehditleri engellemek olmalıdır."
Şu ana dek İran'ın Hüseyni'nin saydığı olasılıklardan daha kötü olanı yönünde hareket ettiği görülüyor. Suriye'nin siyasi geçiş ve yeniden imar sürecinde İran'ın da içinde olduğu bölge devletlerinin desteğine ve geniş çaplı bir uluslararası seferberliğe duyduğu ihtiyacı dikkate alan Türkiye, İran'ın sürece dahil olmasına önem veriyor. Ne var ki İran, kısa vadede tavrını değiştirmeyecektir. Geride kalan iki ay, İran'ın 8 Aralık'tan sonraki Suriye stratejisinin "engelleyemiyorsan zorlaştır" yaklaşımı ekseninde şekillendiğini gösterdi. Mevcut durumda ABD ile yeni bir gerilim ve müzakere sürecine girecek olan İran'ın Suriye'nin istikrara kavuşmasını öncelik haline getirmesi beklenmemelidir. Suriye'deki sürecin sağlıklı işlemesi için ilgili diğer devletlerin aktif katkılarını sürdürmesi gerekecektir. Suriye'deki istikrarın kalıcı hale gelmesi İran'ı tutumunu değiştirmek zorunda bırakacaktır. Ancak o vakte kadar İran, süreçte kolaylaştırıcı bir rol oynamayacaktır.