Rusya'nın Ukrayna'yı işgali, Çin'in Tayvan üzerindeki iddiaları ve Hindistan-Pakistan arasındaki gerilim gibi çok sayıda kriz noktası, milliyetçiliğin uluslararası düzeyde nasıl bir baskı unsuru hâline geldiğini ortaya koymaktadır. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi, milliyetçilik ve popülist söylemler, küresel barışı tehdit eden en önemli faktörlerden biri hâline gelmektedir.
Prof. Dr. İsmail Şahin/ Uluslararası Kriz Araştırmaları Merkezi Başkanı
Dünya, giderek artan güç rekabeti, bölgesel çatışmalar ve ittifakların keskinleşmesiyle Birinci Dünya Savaşı öncesindeki kırılgan dönemi andırıyor. Küresel gerilimler tırmanırken, milliyetçilik yükseliyor, silahlanma hız kazanıyor ve uluslararası kurumlar etkisini yitiriyor. Peki, 1914'ün hayaleti gerçekten geri mi dönüyor?
Uluslararası kurumların barışı koruma ve çatışmaları bitirme konusundaki etkisizliği giderek artmaktadır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde de benzer bir durum yaşanmış, barışı koruma çabaları başarısız olmuş ve diplomasi yerini savaş politikalarına bırakmıştı. Günümüzde ise Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği (AB) ve diğer uluslararası kuruluşlar, büyük krizlerde yetersiz kalarak küresel çatışmaların önlenmesinde etkisiz bir görüntü sergilemektedir. Bunun yanı sıra, ABD ve Rusya başta olmak üzere güçlü devletler, uluslararası kurumların barışı koruma çabalarını sürekli baltalamaktadır. Son dönemde, ABD Başkanı Donald Trump'ın Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne (UCM) yönelik imzaladığı yaptırım kararnamesi ve Güney Afrika Cumhuriyeti'nin İsrail'e karşı Uluslararası Adalet Divanı'nda (UAD) dava açması nedeniyle yaptırımlarla tehdit edilmesi, bu durumu gözler önüne seren güncel örneklerdir.
Eski hatalar, yeni tehditler
1914 öncesinde Balkanlar'da patlak veren etnik çatışmalar küresel bir savaşı tetiklemişti. Bugün de Ukrayna-Rusya savaşı, İsrail-Filistin çatışması, Sırbistan-Bosna Hersek krizi, İsrail-İran gerilimi, Hindistan-Pakistan anlaşmazlığı, Tayvan sorunu ve Güney Çin Denizi'ndeki gerilimler küresel dengeleri tehdit eden bölgesel krizler olarak öne çıkmaktadır. Daha tehlikeli olanı ise çatışmaların giderek daha fazla uluslararasılaşmasıdır. Küreselleşme, ekonomik bağımlılıklar, bölgesel güç dengeleri ve uluslararası ittifaklar, yerel çatışmaların sınırlarını aşmasına neden olmaktadır. Bu sayede hiçbir çatışma tamamen yerel kalmamakta, küreselleşen ekonomi, güvenlik tehditleri ve uluslararası siyasi dinamikler, çatışmaları giderek daha fazla uluslararası bir mesele haline getirmektedir. Örneğin küreselleşme ve dijital çağ, terör örgütlerinin sınır ötesi faaliyet göstermesini kolaylaştırmış ve böylece yerel çatışmaların uluslararası güvenliği tehdit eden bir boyut kazanmasına neden olmuştur.
Petrol ve doğal gaz gibi stratejik kaynaklara sahip bölgelerde yaşanan çatışmalar, bu kaynakların kontrolü için küresel aktörleri harekete geçirmekte ve çatışmaları uluslararası bir boyuta taşımaktadır. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya ve İngiltere arasında Orta Doğu'daki petrol sahaları ve Bağdat Demiryolu hattı üzerinde büyük bir rekabet yaşanmış, bu durum küresel güç dengelerini etkilemiştir. Günümüzde ise Rusya'nın Ukrayna'yı işgali, Avrupa'nın enerji güvenliği ve doğal gaz tedariki üzerinde büyük etkiler yaratarak küresel bir kriz hâline gelmiştir. Benzer şekilde, Doğu Akdeniz'deki enerji rezervleri, Türkiye, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, İsrail ve Mısır gibi bölgesel aktörlerle ABD ve AB gibi küresel güçleri karşı karşıya getirmiş, deniz yetki alanları üzerindeki anlaşmazlıklar uluslararası gerilimi tırmandırmıştır. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi, enerji kaynaklarına yönelik rekabet, güçlü devletler arasında yeni çatışma dinamikleri oluşturmaktadır.
20. yüzyılın başında olduğu gibi, günümüzde de ABD, Çin ve Rusya gibi büyük güçler arasında ekonomik, askerî ve siyasi rekabet giderek artıyor. Özellikle ABD-Çin ticaret savaşı ve Rusya'nın Ukrayna'daki askeri operasyonları, büyük devletler arasındaki gerilimi tırmandırıyor. Benzer bir şekilde, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya ve İngiltere arasında yaşanan ekonomik ve askerî rekabet, küresel dengeleri sarsmıştı. Almanya'nın hızla sanayileşmesi ve donanmasını güçlendirmesi, İngiltere'nin denizlerdeki üstünlüğüne meydan okumuş, bu durum iki ülke arasındaki gerilimi artırarak bloklaşmalara ve nihayetinde savaşın fitilinin ateşlenmesine yol açmıştı. Bugün de büyük güçler arasındaki rekabetin benzer şekilde küresel istikrarsızlığa yol açma potansiyeli taşıdığı görülmektedir.
Kutuplaşmanın derinleşmesi
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa'da İtilaf ve İttifak blokları oluşmuş, büyük güçler arasındaki rekabet sert bir kutuplaşmaya dönüşmüştü. Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya'dan oluşan Üçlü İttifak'a karşı, İngiltere, Fransa ve Rusya Üçlü İtilaf'ı kurarak dengeleri belirleyen iki büyük blok hâline gelmişti. Günümüzde de benzer bir kutuplaşma, NATO, BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü gibi ittifaklar arasında giderek belirginleşiyor. ABD ve müttefikleri ile Rusya-Çin ekseni arasındaki derinleşen ayrışma, küresel ölçekte yeni bir bloklaşmayı körüklüyor. Tıpkı 20. yüzyılın başında olduğu gibi, günümüzde de bu tür ittifaklar, krizlerin bölgesel kalmasını zorlaştırarak uluslararası bir çatışma riskini artırıyor.
1900'lerin başında olduğu gibi, bugün de ekonomik eşitsizlikler, enerji kaynakları üzerindeki rekabet ve ticaret savaşları küresel istikrarsızlığı körüklüyor. Pandemi sonrası ortaya çıkan ekonomik belirsizlik, yüksek enflasyon ve tedarik zinciri krizleri, dünya ekonomisini kırılgan bir hale getirdi. Benzer bir şekilde, Birinci Dünya Savaşı öncesinde de büyük güçler arasında ekonomik rekabet tırmanmıştı. Özellikle 1870 sonrası Almanya'nın hızla sanayileşmesi, İngiltere'nin ekonomik üstünlüğüne meydan okumuş, bu durum iki ülke arasında ticaret savaşlarını ve emperyalist yayılma çabalarını şiddetlendirmişti. O dönemde artan ekonomik eşitsizlikler, sanayi devriminden pay alamayan toplumlarda huzursuzluk yaratmış ve savaş öncesi ortamı daha da gerginleştirmişti. Bugün de küresel ekonomi benzer bir belirsizlik içindedir. Büyük güçler arasındaki rekabet, ekonomik istikrarsızlığı derinleştirerek küresel bir kriz riskini artırmaktadır.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa'da büyük bir silahlanma yarışı yaşanmış, Almanya ve İngiltere başta olmak üzere büyük güçler donanmalarını ve kara ordularını güçlendirmeye odaklanmıştı. Benzer şekilde günümüzde de ABD, Çin ve Rusya başta olmak üzere birçok ülke askerî harcamalarını artırmakta, yeni nesil silah sistemleri geliştirmekte ve nükleer caydırıcılık stratejilerini güçlendirmektedir. Çin'in donanmasını hızla büyütmesi, ABD'nin Hint-Pasifik'te yeni güvenlik ittifakları kurması ve Rusya'nın Ukrayna'ya yönelik işgali, küresel rekabeti derinleştirmektedir. ABD'nin hipersonik füze programlarına yaptığı yatırımlar, Çin'in yeni uçak gemileri inşa etmesi ve Rusya'nın nükleer doktrinini sertleştirmesi, bu yarışın boyutlarını gözler önüne sermektedir. NATO ülkelerinin savunma bütçelerini artırması, Asya-Pasifik'teki askerî tatbikatların yoğunlaşması ve Orta Doğu'da insansız hava araçları ile füze sistemlerine yapılan yatırımlar, bölgesel çatışma riskini güçlendirmektedir. Bu silahlanma süreciyle birlikte, savaş ölümleri son 30 yılın en yüksek seviyesine ulaşırken, aktif çatışma sayısı da İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan bu yana hiç olmadığı kadar artmıştır. Askerî teknolojideki hızlı değişimler ve artan jeopolitik rekabet, küresel savaş riskini yükseltirken, tıpkı Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi, hızlanan silahlanma süreci büyük bir çatışmanın zeminini hazırlamaktadır.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi, günümüzde de milliyetçilik ve popülist söylemler dünya genelinde güç kazanmaktadır. 20. yüzyılın başlarında Avrupa'da yükselen milliyetçi akımlar, devletler arasında gerilimi artırırken özellikle Almanya, Fransa, Sırbistan ve Avusturya-Macaristan gibi ülkelerde saldırgan ulusal politikaları teşvik etmişti. Örneğin, Sırp milliyetçiliği, 1914'te Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand'ın suikastına yol açarak savaşı tetiklemiş, Almanya'nın "Pan-Germenizm" politikası ve Fransa'nın "Revizyonist" milliyetçiliği, Avrupa'daki kamplaşmayı derinleştirmiştir. Benzer şekilde günümüzde de ABD, Avrupa, Hindistan, Çin ve İsrail gibi ülkelerde milliyetçi, popülist ve ideolojik temelli politikalar hızla güçlenmektedir. ABD'de "Önce Amerika" söylemi, Avrupa'da göç karşıtı ve aşırı sağcı partilerin yükselişi, Hindistan'da Modi yönetiminin Hindu milliyetçiliğini ön plana çıkarması, Çin'de "Çin Rüyası" doktrini ve İsrail'de Netanyahu hükümetinin aşırı sağ politikaları, uluslararası iş birliği yerine çatışmacı bir yaklaşımı teşvik etmektedir.
Rusya'nın Ukrayna'yı işgali, Çin'in Tayvan üzerindeki iddiaları ve Hindistan-Pakistan arasındaki gerilim gibi çok sayıda kriz noktası, milliyetçiliğin uluslararası düzeyde nasıl bir baskı unsuru hâline geldiğini ortaya koymaktadır. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi, milliyetçilik ve popülist söylemler, küresel barışı tehdit eden en önemli faktörlerden biri hâline gelmektedir. Bu durum, uluslararası iş birliğini zayıflatarak devletler arasında yeni gerilimlere ve çatışmalara zemin hazırlamaktadır. Tarihsel deneyimler, kontrolsüz milliyetçilik ve popülizmin, dünya barışını tehlikeye atabilecek büyük ölçekli krizlere yol açabileceğini göstermektedir. Bu nedenle, uluslararası toplumun geçmişten ders çıkararak diplomasi ve iş birliğini güçlendirmesi hayati önem taşımaktadır.