Burada doğan Suriyeli çocuklardan bazılarının annelerinin, bazılarının da büyükannelerinin adı “Türkiye”. Osmanlı sonrası Türkiye aidiyetlerini ve özlemlerini göstermek isteyen bu insanları buradan döverek kovmaya çalışanlar mı bu ülke sevdalısı oluyor şimdi?
Prof. Dr. Mazhar Bağlı/ Akademisyen, Yazar
İnsanın bu dünyadaki varlığını anlamlı kılan en önemli parametrelerden birisi de mekan ile kurduğu aşkın bağdır. İnsanın dünyasında mekan, esasında fiziki bir uzay değildir. İlk yaratılışın gerçekleştiği mekan kusursuz bir yerdi, cennet idi. Zaten kelimenin kökeni de "Olmak ve Yaratmak" anlamına gelen "Kevn" sözcüğünden türemiştir. TDV Ansiklopedisi'ne göre kelimenin kökünün "saygın bir yere sahip olmak" mânasındaki mekâne ile de irtibatı vardır. Kur'ân-ı Kerîm'in de birçok yerinde mekân kelimesi geçer. Mekanı daha da önemli kılan ise Allah'ın varlığının tek "tecelligahı" olmasıdır. Ki bu konu bizi aynı zamanda Hz. Musa efendimizin hikayesine götürür. Mekan ile olan ilişkimizin piridir Hz. Musa.
Bilindiği gibi Hz. Musa ailesiyle birlikte Medyen'den Mısır'a dönerken Tûr dağının da içinde bulunduğu Tûvâ vadisinden geçiyordu. Son derece karanlık ve soğuk bir kış gecesiydi. Üstelik bir oğlu da henüz dünyaya gelmişti. Ne var ki Hz. Musa yolunu kaybetmişti. En çok muhtaç olduğu şey bir ateş ve yolu tarif edecek birilerini bulmaktı. Hz. Musa bu zor zamanda bulunduğu vadinin yamaçlarında bir ateş gördü ve ona doğru gitti. Ateşin yanına ulaştığında orada kimsenin olmadığını farketti. O esnada kendisine hitap edildi; "Ben Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar; kutsal vadi Tûvâ'dasın." Mekanın ve Sahibinin sağladığı güven o gün bugündür insanların varoluşsal referanslarından birisidir.
Göç ve travma
İşte göç insanın bu aşkın bağını sarsan en kritik toplumsal hareketlerden birisidir. Büyük bir travmadır esasında. Bu sarsıcı süreci insanların kendi başlarına atlatmaları asla mümkün değildir. Herhangi bir yardım almadan, gittikleri yerdeki mukimlerin onlara güven telkin eden bakışlarını görmeden hep tedirginler ve ürkekler. Bundan dolayı da gerek tevhidi-semavi dinler gerekse de hümanist felsefeler göçmenlerle ilgili hep dikkatli bir özenin gösterilmesine işaret ederler ve bu konudaki çabaları yüksek bir ahlaki erdem olarak tanımlarlar, takdir ederler. Ki bu vurgu önemli pek çok sosyolojik kurumsallaşmaları da doğurmuştur.
Peygamberler hep hicret etti
Özellikle bütün peygamberlerin hayatında bir göç hikayesinin olmasından dolayı konu İslam toplumunda o kadar vurgulu bir söylemle dile getirilmiştir ki göçmen kuşları da içine dahil eden biryapılanmanın, kurumsallaşmanın ve toplumsal değer sisteminin oluştuğunu görüyoruz.
Müslümanlar için göç, aynı zamanda Hz. Peygamberin bir sünneti/adeti olarak da görülür ve hayatın olağan akışını zedeleyen bir süreç olması dolayısıyla da hep bir yardımla/ensar ile anılır. Göçün vazgeçilmez bir sonucu ise misafirin ağırlanmasıdır ki bu konu da aynı şekilde bize peygamberlerden miras kalmıştır, özellikle de Hz. İbrahim'in ayrıca bir vasfı olarak insanlığa vazedilmiş bir ilahi buyruk gibidir. Hz. İbrahim'in memleketi olan Şanlıurfa'da halk, onun yanında bir misafir olmadan sofraya asla oturmadığına, hiç kimse yoksa dahi muhtemel bir misafir için sofraya boş bir tabak koyduğuna inanır.
Takdir edelim ki Anadolu insanı, dışardan gelen misafirleri tam da peygamberlerin mirasına uygun olarak ağırladı şimdiye kadar. Çünkü bu konudaki buyruklar çok önemli bir toplumsal duyarlılığın oluşmasını sağlamıştır ve belki de son dönemlerdeki yabancı düşmanlığının asıl amacı da bu kutsal metinlerden mülhem oluşan sosyolojik yapıyı ve değerleri, kolektif bilinci ve kurumsal işleyişi ifsat edip yok etmektir.
Bundan yaklaşık olarak altmış sene önce büyük amcam, ailede uzun yıllara sari olan içe dönük güç çatışması ve hırpalayıcı bir mücadele sonucunda yakın bir akrabasını öldürmek zorunda kalmış. Öldürdüğü kişi ise ailenin öncü ve güçlü isimlerinden birisi olmakla beraber, Suavi Aydın'a göre birinci dünya harbinden sonra Fransızların Urfa'yı işgal etmesinde onlarla işbirliği yapan Milli aşiret ittifakına karşı da çok büyük bir mücadeleye rehberlik eden Abdoy Durap Ağa'dır. Esasında ailenin, bölgenin ve hatta Urfa siyasetinin yönünü değiştiren bu büyük olay son derece basit bir konu ile bölgede konuşulur.
O günün şartlarında teslim olmak istemeyen mahkumların, yargıdan kaçmak isteyenlerin, eşkıyalık yapanların, sakıncalı fikir sahibi olanların ve aynı zamanda da cezaevlerinden firar edenlerin klasik olarak başvurdukları yol Suriye'ye göç etmektir, kaçmaktır.
Bu hemen hemen bütün sınır illerinde olan bir yöntem olmakla beraber Urfa'da bu tarz göçler çok daha yoğun olmuştur. Hem yakın akrabaların çok fazla olması hem de Suriye yönetiminin izlediği politika bu duruma neden olarak söylenebilir. Amcam da önce tutuklanır ve daha sonra da cezaevinden firar edip Suriye'ye göç eder/kaçar ve orada bir tanıdığının obasına sığınır. Oradaki ev sahibi, bu durumu bir fırsata çevirip ona sağladığı bu imkanın bedeli olarak ondan kendi husumetlilerinden de birisini gidip öldürmesini ister. Amcam da işlediği cinayetin aile içi anlaşmazlığa dayalı bir kaza olduğunu, katil olmadığını söyleyip bu teklifi yapan ev sahibine çok sert tepki gösterip o sığındığı haneden ayrılmak zorunda kalır. Daha sonra öldürmeyi ret ettiği kişinin ait olduğu aşiretin reisi onun bu tepkisini duyar ve onu gider bulur yanında ağırlamayı teklif eder. "Madem ki sen bizden birisini öldürmeyi sığınağını kaybetme pahasına ret ettin, izin ver bu durumu telafi edeyim" der.
Tam on iki yıl o adamın yanında, misafir odasında kalır. Ta ki o çağın vebası olan vereme yakalanıncaya kadar. Tedavi için oradan ayrılmak zorunda kalır. Önce Türkiye'ye gelir, tutuklanır ve hapiste kalmaya elverişli olmadığından tahliye olur ve daha sonra da tedavi için Lübnan Beyrut'taki Cebel-i Lübnan dağındaki meşhur verem hastanesine sevk edilir.
İkram hep ilk günkü gibidir
Büyük amcam adamın yanından ayrıldığı güne kadarki her günde ilk günkü gibi ikramlar görür ev sahibinden. Bu hikayenin pek çok detayları ve dramatik sonuçları vardır. Kimsenin onuru rencide olmasın diye başka detaylara girmiyorum ama yörede ve ailede en çok konuşulan boyutu o ağanın amcamı on iki yıl boyunca evinde ağırlamasıdır. Göstermiş olduğu misafirperverliktir. On iki yıl boyunca amcama ilk günkü gibi, günde üç öğün zengin bir sofra kurmaya devam etmiş olması Türkiye ve Suriye'de dilden dile dolaşır.
Kayseri'deki ırkçı faşist saldırıları sosyal medyadan gördüğümde aklıma ilk bu hikaye geldi. Suriyelilerin Türkiye'de ağırlanması, insanlık tarihine geçecek bir yardımlaşma hikayesiyken başka bir yönüyle hatırlanmaya mahkum edilecek maalesef. Oysa insanlığa örnek bir iş başardık. Tarihe geçecek bir duyarlılık ile canını kurtarmak için bize sığınanlara kol kanat gerdik. Dünyanın pek çok coğrafyasında göçmenlerin bir güvercin tedirginliği ile gezdiği sokaklar bizim şehirlerimizde onlar için birer güvenli sığınak oldular. Zulümden kaçıp bize sığınanlara göstermiş olduğumuz alicenaplık her türlü takdirin üstündedir. Bunu sağduyulu olan tüm çevreler de takdir ediyorlar nitekim.
Devlet ve millet olarak en zor zamanlarında Suriyeli kardeşlerimizi bağrımıza bastık ve onları on üç yıldır ağırlıyoruz. Hem de çok büyük fedakarlıklarla ve çok ağır maliyetlerle. Artık kimisi misafirlikten çıktı, bir milyondan fazla çocuk bu topraklarda dünyaya geldi.
Geçenlerde kadim dostum Gaziantep Milletvekili Ali Şahin paylaştı, burada doğan çocuklardan bazılarının annelerinin bazılarının da büyükannelerinin adı Türkiye. Osmanlı sonrası Türkiye aidiyetlerini ve özlemlerini göstermek isteyen bu insanları buradan döverek kovmaya çalışanlar mı bu ülke sevdalısı oluyorlar şimdi?
Son olarak, bundan yüz elli yıl önce entrikacı İttihatçılar kafatasçı bir Türkçülük macerasının peşine düşerek koca bir imparatorluğu yok ettiler, dağıttılar. Onların artıkları ise bugün o coğrafyalardaki mazlumların hala güvenli limanı olan Anadolu'yu dağıtmak istiyorlar.
İnsan on üç yıl boyunca büyük bir fedakârlıkla ağırladığı misafirini döverek evinden kovar mı?