Biz, “Bize çok acı çektirecek bir altüst oluş”tan sonra gelecek demokrasiyi bekleyeduralım, “usta yazar” esprili ve öldürücü yazılarına kaldığı yerden devam ediyor.
Müslüman Türk hükümeti Kürtleri bombalıyordu hani...
Uludere’de öyle yapmıştı...
Uludere’deki saldırının temel motivasyonu Müslümanlıktı...
Kürtleri içine koyacak 20 milyonluk cezaevleri tasarlanıyordu...
Laik cumhuriyet gitmiş, yerine “dinci bir cumhuriyet” kurulmuştu.
Dinci cumhuriyetin polisleri, laik cumhuriyetin müntesiplerine biber gazı sıkıyordu.
Bambaşka bir “vasat”ın peşine düşülmüştü; Avrupa Birliği boşlanmış, demokratikleşme rafa kaldırılmış, “hukukun üstünlüğü” unutulmuştu...
Böyle şeyler yazıyordu hani...
Böyle şeyler yazdığı için de “büyük yazar”, “kadın ruhundan anlayan bilmem ne”, “kelimelere dans ettiren adam” muamelesi görüyordu.
Kelimelere dans ettirme becerisi yüksekti ama meramını “sokak ağzıyla” anlatıyordu; “kof kabadayı” diyordu, “sefil” diyordu, “zavallı” diyordu, “garson yamağı” diyordu ve Ergenekon dostu yazarlardan bol aferin alıyordu.
Bir aferin de benden.
Biz, “Müslüman Türk hükümeti Kürtleri bombalıyorsa, Müslümanlık nedir, Kürt kimdir ve hangi dine mensuptur?” sorusunun cevabını bekleyeduralım, “usta yazar” yaratıcı benzetmelerine bir yenisini daha ekledi: “Cenaze levazımatçısı...”
Bu arkadaş aynı zamanda “liberal” oluyor ve bir ilkeden baktığını ileri sürüyor.
Bir ilkeden baktığı için de, “eleştirel gazetecilik”le “muhalif gazeteciliği”, hatta “düşmanlığı” birbirine karıştırıyor.
Hadi her gazeteci “eleştirel” bakmak zorunda değildir; icabında muhaliftir ve “düşmanlık” da yapabilir. İsterse, muhalif tutumunu çeşitlendirebilir: Bakar ama görmez... Görür ama söylemez... Söyler ama “mim” koyar... Elinden gelen her melaneti sergiler.
Ama söylediklerini, kendisini de küçültecek tahkir ve tezyif ifadeleriyle süslüyorsa; bu cürümünü hatırlatanları klan saldırısıyla püskürtmeye çalışıyorsa, orada muhalif gazetecilik değil, “takıntı” aranır... Daha doğrusu “patoloji” aranır.
Bakın ne olmuş:
Başkan olmayı hedefleyen (“Başkan olmayı hedeflemek” dünyanın en aşağılık işiymiş gibi) Erdoğan, Türkiye’yi baskıcı bir Ortadoğu cumhuriyetine dönüştürmüş.
Askeri vesayeti geriletmişiz.
Kemalist baskıyı kırmışız...
Ekonomimiz iyiymiş.
Cari açık azalıyormuş, ihracat artıyormuş, kredi notumuz yükseliyormuş...
Her şey bu kadar iyiyken, Başkan olma heva ve hevesi de nerden icap etmiş!
Bu isteğin Türkiye’yi kaosa götüreceği ortadayken, bu inatlaşma da neyin nesiymiş!
Erdoğan başkan olmak istediği için yazarları işten attırıyormuş.
Başkan olmak istediği için 28 Şubat’ın andıççılarına destek veriyormuş.
Başkan olmak istediği için El-Kaide’yle işbirliği yapıyormuş.
Başkan olmak istediği için, bu kadar insan açlık grevindeyken idam sehpaları kurmaktan söz ediyormuş.
İyi güzel de, başkan olmak isteyen bir kişi, kendisine “tiran” etiketi yapıştıracak bütün bu kötü şeyleri niçin yapsın?
Niçin Avrupa Birliği hedefini boşlasın?
Niçin demokratikleşmeyi rafa kaldırsın?
Niçin idam sehpaları kurmaktan söz etsin?
Başkan olmanın “olmazsa olmaz” koşullarından biri tiran yönetimler kurup işten yazar attırmak mı?
Bunlarsız başkan olunamıyor mu?
Hadi eleştir, ağzına gelen her şeyi söyle, “cenaze levazımatçısı” sözünü çeşitlendir, muhalif duruşunu taçlandıracak bilumum numaraları sergile...
Her bir şeyi yap da, eleştirilerinde bir istinat olsun...
Hiç değilse hakkaniyetten sapma...