1992-2010 yılları arasında hem edebi hem siyasi duruş noktasında aynı bahçede gezerdik Afet Ilgaz Hanımefendiyle... Fazilet Partisi’nin Kadın ve Aile Politikalarını kaleme almak üzere bir araya gelmiş ekibimiz, daha sonrasında bir okuma grubuna, dostlar mahfiline dönüşmüştü. Prof.Sevgi Kurtulmuş, Dr. Havva Sula, Dr. Ayşe Sula, Dr. Zehra Kilitçioğlu, Hasibe Turan, Yıldız Ramazanoğlu ile yaklaşık 18-20 yıl süren fikir, sanat, siyaset, hikmet ahengi...
En son 2010’da görüşmüştük ruberu... Şair Ali Ayçil, edebiyatçı Ayşe Kara, sanat eleştirmeni Ömer Lekesiz, görüşmelerin son tanıklarından. Sonrasında; Yenişafak ve Milli Gazete’nin ardından Yeniçağ’a geçiş süreci, eleştiriden hiddete, üzüntüden suçlamaya yükselen bir kreşendoyla, eski dostlarından ayrılışı...
Ayrılışımıza rağmen Afet Ilgaz, Cerrahpaşa’nınson kestane ağaçlarıyla takılı kalacak benim kalbimde. Sümbülefendi Dergahının yaz kış karanfili, şebboyu, kasımpatısı eksik edilmeyen süslü türbesi, bahçesindeki Çifte Sultanların altında Peygamberimize (sav) ve mahzun ehlibeytine getirilen selavatlarla kalacak kulaklarımda. Ve kediler... Afet Abla’nın lavanta kokan odalarında, usturupluca biriktirilmiş arşivinin balkona taşmış uçlarında, uyuklayarak oturan kedileri. Nazım el Kıbrısi’den, Alvarlı Efe’den, Yaman Dede’den okunan beyitler... Sohbetlerde yanımızdan ayrılmayan Tolstoy’un ruhaniyeti. Kadın evliyalar, kadın ermişler, azizeler, milli mücadele’nin kadın kahramanları... Onun edebiyatla hayatı, rüya ile ayıklığı, ilham ile günlük yaşamı iç içe geçiren rüzgarlı evinden hatıralar... Bir sürü iyi yürekli hayaletle, masal kahramanıyla birlikte yaşıyordu sanırım. Bir keresinde, namaz kıldıktan sonra, yatağına sırtüstü yatıvermiştim. Bu tavana mı bakıyordu uyumadan evvel? Cama değdikçe gıcırdayan ağacının konuştuğu aşikardı, ceviz gardırobun kocaman pirinç anahtarı, biraz dikkatle baksam beni içine yutuvereceğini bildiğim gümüş çerçeveli ayna da, hepsi hem konuşmayı hem de okumayı bilen eşyalardı sanki... Çok sık söylediği gibiydi bu gizemli hal aslında; “öyle olmasaydı, böyle olmazdı”...
Yaş ilerledikçe yalnızlık artıyor ve insan kendi içiyle tahmin etmediği bir şekilde barışıyor, fikri sabit diyoruz biz daha gençlerse bu hale... Veda vakti yaklaştıkça hayata, her şeyin de vedasının, mağlubiyetinin yakınlaştığını düşünür oluyor insan... Garip bir tedirginlik ve hüzündür gidiyor yaş ilerledikçe. Günler sizinle kırçıllaşıyor. Ben Afet Ilgaz’ı seyrettiğim gözlerimde, hep buna şahit oldum... Kendi gün batımında, toplumun da gün batımını seyretti onun kalbi... Kendi gidişi yaklaştıkça vatan da gidiyor elden diye düşünmesi arttıkça arttı... Sanatçıları diğer insanlardan ayırt eden pırıltıdır; abartı. Bu abartılı hissediş olmasa, ne müzik, ne tiyatro, ne şiir, ne de roman olurdu... Vatan ve millet sevdası, onun iliğine kemiğine o kadar işlemişti ki, hayatının son demlerinde Afet Ilgaz’ı kalpaklı bir Kuvayı Milliye neferi kılacak kadar bir abartı... Bizlere giderek daha çok gönül koyması, onu daha fazla üzmemek için bizlerin de uzaklaşması ondan adım adım... Tek kişilik ve rüzgarlı balkonunda giderek hiddeti artan bir söyleve dönüştürmüştü onu...
“Hastanedeymiş”dedi Havva Sula, yetişemedim. Şöyle dua ettim; “Allahım ne olur ona güzelleştir gideceği yeri, kalbine ferahlıklar indir, sekinet ver, hep söz ettiği ibadet neşesiyle destekle onu ne olur...”
Son yazısını okuyunca biraz ferahladı gönlüm. Rüya ile hayal karışık bir yazı. Gökten inen Kur’an harflerinden, sağına soluna doluşan ahiret askerlerinden bahsediyor. Ve kalenderce bir edayla kendi haline de gülümseyerek, rıza ile... Baktım şikayetlerinden vazgeçmiş. Baktım şimşeklerini söndürmüş, kıyılarına yaz gelmiş, karı kışı erimiş... İnşallah iman yoldaşı, Resulullah (s) hamisi olur...
Öğle vakti, “helalleşmeye” gidiyoruz arkadaşlarla. İnşallah Defne Ilgaz da gelir...
Kimseye kalmıyor dünya... Bir selâdan daha güzel kim söyleyebilir ki “Allahaısmarladık” diye...