Eski Türkiye’de herhangi bir iş yapmadan önce sorulan soruların başında ‘ABD ne der’ sorusu geliyordu. Bazı kesimler için ABD’nin, NATO’nun, İsrail’in, AB’nin ne diyeceği her şeyin üzerinde bir öneme ve değere sahipti.
Türkiye farklı dönemlerde kıskaca, paranteze, kuşatmaya alınmaya çalışıldı, belli bir yörüngede tutulmak istendi. Ama bu çabaların en korkuncu,zihni abluka idi. Belli kesimlerin zihinleri kontrol altına alınmış, adeta fikirsel bir abluka durumu yaşanıyordu.
ABD’nin zaman içinde kurumsal destek ve yardımlarla vesayet altına almaya çalıştığı bazı asker/sivil bürokraside de bu yaklaşım nüksedebiliyordu, medya veya iş dünyasında da... Hatta zihinsel tasalluta en fazla karşı çıkması gereken entelektüeller bile bu kıskacı normal görmeye başlamışlardı.
‘ABD ne der’ bir korkaklık paradigmasına dönüşmüştü. Korkaklığın ‘reel politika’ olarak sunulduğu bu zamanlarda iğdiş edilmiş zihinler Türkiye’ye uydu roller tanımlıyorlardı.
Irak tezkeresinin TBMM’den geçmemesi üzerine ABD’nin bunun acısını Türkiye’den çıkaracağını söyleyenler ABD ile yaşanan her gerilimde daha fazla ‘titrek’ bir hal alıyorlardı.
En son BM zirvesinde gördük ki, Cumhurbaşkanımız Erdoğan hakikati hiç korkmadan, çekinmeden, komplekse kapılmadan haykırabiliyor.
ABD Başkanı Trump’la çok kritik konuların görüşüleceği bir konjonktürde nabza göre şerbet vermeden, lafı eğip bükmeden, hakikati ketmetmeden muhataplarının yüzüne söyleyebiliyor.
ABD Başkanı bölge ülkelerini İsrail’le dostluğa davet ederken, Erdoğan İsrail’i yerden yere vuruyor.
ABD Başkanı darbeci Sisi ile kucaklaşırken, Erdoğan, Mursi’nin manevi hatırasına ve Mısır halkının iradesine sahip çıkıyor.
Erdoğan BM’de konuşuyor ama başta BM’nin yapısal sorunlarını gündeme taşımaktan, çoğu Türkiye’nin dostu olan daimi üyelerin veto hakkını tartışmaya açmaktan çekinmiyor.
Erdoğan hamasi, toptan reddiyeci, şov yapan bir tavır içinde değil. Sistemin içinde kalarak sistemi sorguluyor, dönüştürmeye çalışıyor.
Türkiye, BM’nin geçici üyeliğine seçilmeyi önemseyerek bunun gereklerini yaptığı gibi, BM’yi acizlikten etkinliğe geçmesi için de çaba gösteriyor. Yani ‘bu BM’den bir şey olmaz’ diye sırtını dönüp gideceğine, bu zemini fırsata çevirmeye, bu kurumu meselelerin üzerine giden bir yapıya dönüştürmeye çalışıyor.
BM diye dünyanın en geniş siyasi yapılanmalarından birisi varsa, elbette dünyanın kanayan yarası olan meselelere el atmak zorundadır. Erdoğan’ın Keşmir, Arakan, Suriye çıkışı bu açıdan çok yerindedir.
BM diye küresel düzeyde etkinlik sağlayabilecek bir kuruluş varsa, elbette dünyanın en büyük soykırım ve katliamlarının hesabının sorulmasına öncülük etmek, İsrail’in şımarık ve hadsiz uygulamalarına dur demek zorundadır.
Erdoğan’ın bu tavırları, ABD ile köprüleri atmak olarak değil, samimiyet, güven ve gerçeklik bağlamında bir ilişki kurmaya çalışmak olarak görülmelidir.
Dünyada artık ‘kategorik dost-kategorik düşman’ ayrımı ortadan kalktı. Olay bazlı ittifaklar, olay bazlı kutuplaşmalar yaşanıyor.
ABD’nin Rusya’ya, Çin’e, İran’a karşı bakışı ve öncelikleri ile Türkiye’nin bakışı ve öncelikleri bir değil.
Trump’ın İsrail konusundaki pozisyonu ile Erdoğan’ınki de bir değil.
Türkiye artık titrek, eğilip bükülen siyasi omurgalar yerine dik duran ve sarsılmayan bir siyasi omurgayla yol alıyor.
AB’nin veya ABD’nin ne diyeceğine göre şekillenmek yerine, Türkiye’nin çıkarlarının gerektirdiği pozisyonu başkalarına kabul ettirmeye çalışmak daha doğru olandır.