Militan sekülerizmin ‘liberal peygamber’ arayışı

Ömer Aslan / Polis Akademisi Araş. Gör.
24.01.2015

Haklara ‘mutlak’ statüsü giydirilmesinin sebebi, bir hak, doğal/mutlak olarak algılandığında etrafına otomatik olarak örülen din-geçirmez, seküler ontolojik zırhtır.


Militan sekülerizmin  ‘liberal  peygamber’ arayışı

Ömer Aslan / Polis Akademisi Araş. Gör.

Paris’te meydana gelen Charlie Hebdo saldırısı sonrasında, yine yeniden ‘Müslümanlar, kamusal alan, liberal demokrasi ve Batılı değerler’ çerçevesinde küresel bir tartışma yaşanıyor. Gayr-i Müslimlerin ve İslam milletinin içinde yaşayan ‘liberal Müslümanların’ fikirleriyle ortalığı bir kez daha bulandırdığı şu günlerde, ‘temel/mutlak hak’ statüsü verilen ‘düşünce ve ‘ifade özgürlüğü’ kavramlarını ve genel haklar söylemini geniş planda ama derinlemesine tartışmamız gerekiyor.
 
Haklar söyleminin küresel ölçekte sürekli olarak genişle(til)diğine şahit oluyoruz. Batı,’kültürel çekiciliğini’ korumak için bir yandan artık yavanlaşmış mevcut hakları yeni tehditler (özellikle Müslümanlar) üzerinden tahkim ederken diğer yandan haklar havuzuna mütemadiyen yeni ‘haklar’ atıyor. Sol ve sağın anlamını yitirmesiyle siyasetin komaya girdiği Batı’da, yeni bir hükümet ancak yeni haklar yaratıp bunların savunuculuğunu yaparak topluma heyecan enjekte edebiliyor. Obama’nın Amerika’da yaptığı da bu değil mi? Ancak hak ve özgürlük iddialarıyla ilgili bizi ilgilendiren asıl nokta, ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’ savunucularının, bu hakları insanların doğuştan sahip olduğuna inanılan yaşam hakkı, mülk edinme hakkı gibi temel/mutlak/doğal haklar statüsüne yükseltmeleri. Ancak çok iyi biliyoruz ki, bu hakların hiçbirisi kendiliğinden ‘verili’ değil. Raymond Geuss’un da dediği gibi, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi haklar, iddia edildikleri gibi ‘siyasal-öncesinde doğmuş’ ya da ‘doğuştan gelen’, ‘doğal’ haklar değiller. Bu hakların sahip olduğu ‘otorite’ bir aktör (devlet, hükümet, ABD vs) tarafından siyasal olarak desteklenmelerine, muhafaza edilmelerine bağlı. 
Haklara ‘mutlak’ statüsü giydirilmesini önemli kılan şey ise, bir hak, doğal/mutlak olarak algılandığında etrafına otomatik olarak örülen din-geçirmez, seküler ontolojik zırh. Bu zırh, icat edilen bu ‘hakların’, seküler zemin ve söylem dışında bir kıstasa göre değerlendirilemeyeceği anlayışını beraberinde getiriyor. Bu bakımdan, örneğin, Müslümanların ‘ifade özgürlüğü’ hakkının sınırları olduğunu savunurken dini bir dil kullanmaları ve dini nedenler öne sürmeleri, seküler ontolojiye sahip ‘hakları’ tartışmaya açmak için eksik görülüyor. Çünkü Batı, kamusal alanda ‘dini söylem’ ve dindarların görüşlerini son dönemde bir problem olarak ele alıyor ve bunların önünü almaya çalışıyor. Yani, hem Peygamber Efendimizle alay eden karikatürler hem de Gezi Parkı eylemleri süresince ballandırılarak anlatılan ‘katılımcı/müzakereci demokrasi’ kavramları etrafındaki tartışmalar, Batılı siyaset teorisyenlerinin son dönemde sıklıkla meşgul oldukları bir alanda gerçekleşiyor. 
 
Kamusal dini söylem
 
Bu alandaki temel soru(n) şu: liberal demokrasinin kapsayıcı olması gerekliliği, sekülerizmden ödün veremeyeceğimiz gerçeği ve yürürlüğe giren yasalara herkesin itaatini sağlamak gerektiği düşünüldüğünde, kamusal alanda dini söylemi ne kadar hoş görebiliriz? [evet, artık hoş görülen dindarlar] Batı’da süregelen bu tartışmanın önde gelen isimlerinden John Rawls, ötenazi ve kürtaj gibi kültürel, tartışmalı konularda kamusal alandaki tartışmaların ortak bir zeminde yürüyebilmesi için seküler bir ‘kamusal akıl’ kavramı ortaya atıyor. Sekülerler ve dindarların ortak zeminde tartışabilmelerinin yükünü ise dindar vatandaşların omuzlarına yüklüyor. Kamusal alanda söyleyeceği olan dindar vatandaş, savını seküler nedenlere dayandırmak durumunda çünkü Rawls’a göre, dindar olmayan vatandaşlar dini nedenleri anlayamıyorlar. Jürgen Habermas ise dini söyleme sahip dindar vatandaşların da kamusal tartışmalara katılmasına izin verme taraftarı;ancak ‘kurumsal tercüme şartı’ adını verdiği kavram gereği, kamusal alandan meclis, mahkemeler, bakanlıklar vs. gibi herkesi bağlayıcı kararların alınacağı kamu kurumlarına geçtiğimizde, dini söylemlerin dikkate alınamayacağını’ söylüyor. Habermas, kamusal alandaki tartışmaların ortak bir zeminde yürüyebilmesi için, Rawls’un tersine, toplumun tüm kesimlerine eşit yük yüklediğini söylese de, seküler vatandaşlara sadece “dindar vatandaşları dinleyin, onlardan daha önce duymadığınız bir şeyler öğrenebilirsiniz” der. Dindarlara ise şunu salık veriyor: “seküler bilginin ilahi bilgiden bağımsız olduğu ve olaylar ve durumlar hakkında neyi bildiğimiz ve bilebileceğimiz noktasında modern bilimin kurumsallaşmış tekelini kabul etmelisiniz. Ayrıca siyasette seküler nedenlerin öncelikli olduğuna yönelik de bir epistemik duruş geliştirmelisiniz.”
 
Richard Rorty ve Audi gibi siyaset teorisyenleri de bu tutuma katılırlar. Rorty, insanlar için, eğer illa inanacaklarsa, bireysel bir dini daha uygun görür çünkü kamusalı düzenlemeye kalkan “din, kamusal alanda tartışmayı öldüren bir şeydir.” 
 
Isaiah Berlin gibi bilindik liberal filozofların aksine, birden fazla ve her biri en az diğeri kadar doğru/geçerli olan gerçekler olabileceğini kabul etmeyen liberteryen Ronald Dworkin, seküler özgüvenin tavan yaptığı böyle bir ortamda,  2005’de Danimarka’da karikatürler yayınlandığında bireylerin düşünce ve ifade özgürlükleri kapsamında “alay etme hakları” olduğunu savunmuştu. Sonuç olarak, Müslümanların, Hz. Peygamberle alay eden karikatürler bağlamında sınırsız düşünce ve ifade özgürlüğü fikrine dini bir söylemle itiraz etmeleri, Batı’da yukarıda açıklanmaya çalışılan, militan sekülerizm hakimiyetindeki tartışma sahasına giriyor. Talal Asad’ın da dediği gibi, “dine küfür/dinle alay etme suçlamalarının Batı toplumlarında kabul edilmemesinin nedeni, dine küfür suçlamalarının özgürlüğü kısıtlayıcı nitelikte olmasından çok, özgürlüğü kısıtlama talebinin dini söylemle dile getirilmesi nedeniyledir. 
 
Dini söylem ilahi bir güce bağlılığı ima eder ancak sekülerizm, insanoğlunun bağımsızlığını ilan ederek ilahi gücü çoktan reddetmiştir.” 
 
Saldırgan seküler
 
Dolayısıyla, hem günlük hayatta hem de daha elit siyaset teorisi sahasında ciddi bir militan sekülerizm ile karşı karşıyayız. Bu militan, saldırgan tavrı geçtiğimiz yaz yurtdışındaki bir okulun mezunlarına gönderdiği dergideki bir yorumda görmüştüm. Yıllar önce bu okulda okumuş bir başka mezun, okulun yeni inşa edilen binasında bir “inanç merkezi” (‘faith center’-aslında gayet seküler bir tanımlama) açıldığı haberi üzerinde şu yorumu göndermişti: ‘’Ortaçağ’da kalmış, din saçmalığı ile ne işimiz var? Entelektüel gayreti ve titizliği teşvik eden bir ortamda dinin yeri olamaz. Toplumun, akılsızlığı ve sorgulanmayan batıl inançları yeniden kamusal hayatın geçerli bir parçası olarak kabul etmeye geri dönmesinden çok rahatsızlık duydum.” Bireysel planda seküler oldukları için kendilerini üstün görenler, toplumsal planda da dini söylemi terk etmemiş kültürel grupları/toplumları kısa vadede nasıl idare edebilir, uzun vadede nasıl değiştirebiliriz sorusunun peşine düşmüş durumdalar. Craig Calhoun’un dediği gibi, bireysel ölçekte seküler bireyler “seküler olanı bir olgunlaşma emaresi, insanın gelişim sürecinde elde ettiği bir başarı olduğunu düşünüyor ve bir sanrıdan kurtuldukları ve sekülerizm noktasına ulaştıkları için diğer insanlardan daha iyi/üstün olduklarını düşünüyorlar.”
 
Grup planında ise, yine Talal Asad’ın sınırsız düşünce/ifade özgürlüğü fikrini eleştirirken söylediği gibi, “sınırlar zorlandığında, tabular yıkılır ve özgürlük alanı genişler. Eleştiri yalnızca fikirleri tabuların zorbalığından kurtarmakla kalmaz, aynı zamanda model/tam insanlarla, henüz kendi vücutlarına, duygularına ve düşüncelerine sahip çıkmaktan aciz, gerçek insanlığa girmeye henüz aday kimseler arasındaki ast-üst ilişkisini pekiştirir. Diğer bir ifadeyle, eleştiri [mesela Hz. Peygamberle alay etmek] henüz siyasi olarak disipline edilmedikleri ve ahlaken bağımsız olmadıkları için tam olarak insan olmadıkları düşünülen Avrupalı Müslümanlara atfedilen ideolojik aşağı statüyü de pekiştirir.”
 
‘Liberal oğul’
 
Son olarak, Hz. İsa’ya (a.s.) Amerika’da yayınlanan ‘Family Guy’ gibi şovlarda şaklabanlık ettirilmesini ya da Hz. İsa’nın günlük konuşma dilinde şaşkınlık, hayret ifadesi olarak ‘ov jeez’ ya da ‘ov j’ gibi lakayt kullanımlara maruz bırakılmasını nasıl mümkün olduğunun tarihsel sürecini iyi anlamamız gerekir. Burada yerimiz bu tartışmaya yetmez ancak bu tarihsel sürecin İsevilik’ten Hıristiyanlığa geçişi, Protestan Hıristiyanlığın hâkim hale gelmesini ve Hz. İsa’nın “Tanrı’nın liberal oğlu” haline getirilmesini içerdiğini söyleyelim. Halbuki, “liberal Hz. İsa” ise bir anakronizm değilse, büyük bir yalandır. Bu konuda en dertli isimlerden Eagleton şöyle diyor: “[Hz.] İsa’yı ‘kavgacı olmayan, tatlı dilli ve içe dönük çalışma üslubuna sahip birisi gibi gösteren iddialar, kültürü simgeleyen ılımlılığı ve yumuşak başlı makullüğü örnekler. Belirtmek gerekir ki bu sözler, aileleri parçalamak ve yeryüzüne ateş salmaktan bahseden... ve yoldaşlarını eğer sözüne sadık kalırlarsa onların da devlet tarafından katledileceği konusunda uyaran bir Yahudi peygamberi için söylenmektedir. . . onun [Hz. İsa’nın] taleplerinin şoke edici aşırılığında ılımlı ya da orta yolcu hiçbir şey yoktur.” 
Reza Aslan’ın Amerika’da çok tartışma yaratan Zealot isimli kitabında dediği gibi, “İsa’nın [a.s.] düşmanlarını seven” ve “bir yanağına vurulduğunda diğer yanağını da dönen” müzmin bir arabulucu/barış yanlısı olduğuna dair yaygın imaj, Hz. İsa’yı apolitik bir vaizmiş gibi gösteren tasvirler nedeniyledir. . .  Hz. İsa’ya yönelik bu tablonun tamamen uydurma olduğu çoktan ortaya konulmuştur. . . Hz. İsa’nın şiddet yanlısı hareketleri savunduğuna dair bir kanıt yoktur. Ama o kesinlikle bir saf/naif barışsever de değildir.” Hz. İsa’ya yönelik algının bu denli seviyesizleşmesi ve Hıristiyanlığın demokrasi ve diğer ‘bireysel haklar’ ile tam uyumlu haline gelmesi de özellikle popüler yazında kurulu Martin Luther’e bağlanır. Ancak birçok din tarihçisinin de belirttiği gibi, Luther, bugün Batı’yı görse ve bu değişimden ötürü kendisine teşekkür edildiğini duysa, üzüntüsünden kahrolurdu. “Bugün yaşasa Hz. Muhammed (sav) de ‘Je Suis Charlie’derdi” diyenlerin,’liberal Peygamber’ projesini şimdi daha iyi anlayabiliyor muyuz?
 
aslano[at]bilkent.edu.tr