Devlet, bölünme korkusunun yersizliğini, Kürtler de şiddetten, ölümden alabildiğine uzak bir yöntemle hak arayışının mümkün olduğunu görmeli.
VAHDETTİN İNCE/Yazar
Ekonomide birçok sektörü peşinden sürükleyen lokomotif sektörler var ve oralardaki olumlu ya da olumsuz her gelişme diğer sektörleri, dolayısıyla bir ülkenin tüm vatandaşlarını da doğrudan veya dolaylı olarak etkiler. Petrol fiyatlarında meydana gelen her dalgalanmanın ülkenin en ücra köşesindeki vatandaşın alacağı ekmeğin fiyatına kadar her şeyi etkilemesi gibi. Ekonomistler herhangi bir tali sektördeki durgunluğun ya da krizin, çoğu zaman onun bağlı olduğu lokomotif konumundaki sektörde yaşanan bir sorundan kaynaklandığını bilirler, bu yüzden tali sektörle ilgili büsbütün raydan çıkmaması için bir takım tedbirler aldıktan sonra vakit geçirmeden doğrudan sorunun merkezine yönelirler.
Bazı sosyal ve siyasal sorunlar da böyledir. Bugün Türkiye’de Kürt sorunu siyasetten ekonomiye, eğitimden ticarete hemen hemen bütün sosyal hayatı etkileyen lokomotif bir sorundur. Toplumun her kesimine yansıyacak genellikte durmadan ölüm, acı, şiddet, gözyaşı, yıkım ve çöküş yaşatan üretken(!) bir sorun. O kadar ki Türkiye insanının güne mutlu ya da mutsuz başlaması biraz da bu sorunla ilgili olarak bir gün önce meydana gelen olumlu (lafın gelişi söylüyorum, yoksa olumlu gelişmeler bir elin parmaklarının sayısını geçmez) ya da olumsuz herhangi bir gelişmeye bağlı hale gelmiştir diyebiliriz. Her gün mutlaka Kürt sorunuyla ilgili bir gelişmeye tanık olduğumuza göre de bu sorun ruhsal yapımızı daha uzun süre etkilemeye devam edecek demektir. Sorunun sinirleri laçka eden etkisinden dolayı böyle inişli çıkışlı ruh haliyle de akıl sağlığımızı daha ne kadar koruruz Allah bilir.
Siyasal literatürümüze giren hepsi de acıtan, yaralayan, nesiller boyu sürecek derin izler bırakan isyan, tenkil, tedip, tehcir, sürgün, hapis, idam, bölücülük, devlet ve milletin bölünmez bütünlüğü, vatan hainliği, gerilla, terörist, özel tim, komando, faili meçhul, yargısız infaz, katliam, asimilasyon, şehit cenazeleri, Dersim, Gelîyê Zîlan, Ceylan (Karakoldan atılan havanla vurulan Bingöllü kız çocuğu), Uludere (Roboskî), Faris (birkaç gün önce PKK’nin Şemdinli’nin merkezinde patlattığı bombanın sonucu hayatını kaybeden on bir yaşındaki çocuk) ve daha birçok olay ve kavram bu mümbit sorunla irtibatlıdır. Ve Kürt sorunu en son da açlık grevleri üzerinden gündemimize oturmuştur, seksen yıldır hiç terk etmediği gündemimize. Hem de Roboskî olayının dumanı hala tüterken. Acı üstüne acı, ölüm üzerine ölüm büyüyen bir tarih.
Pansumanla çözüm olmaz
Türkiye’nin çeşitli hapishanelerinde sayıları yedi yüzleri bulan KCK ve PKK’lı tutuklu, Kürt sorunuyla irtibatlı taleplerinin yerine getirilmesini isteyerek elli günü aşkın bir süredir açlık grevine gitmişler. Bu olay sorunun acılı tarih binasına konulacak yeni bir ölüm tuğlası olmaya aday gibi. Bu mesele üzerine medyada başlayan lehte ve aleyhteki tartışmalar ise neredeyse tümüyle bu lokal olayın üzerinden yürütülmektedir. İnsani bir boyutunun bulunması ve de neticede insan hayatı söz konusu olması hasebiyle bu yoğunlaşmanın anlaşılır bir yanı vardır elbette. Her şeyden önce bu insanlar “tutuklu”durlar. Bunun hukuktaki anlamı vatandaş olduklarıdır. Dolayısıyla devlet onların işledikleri suça bakmaksızın hayatlarını korumakla yükümlüdür.
Geçmişte insan hayatını ve vatandaşlık haklarını hiçe sayan uygulamalardan uzak insani bir yöntemle onları bu eylemden vazgeçmeye ikna etmelidir (genelde hükümetin, özellikle adalet bakanının tavrı ümit verici). Bunun için gerekirse makul taleplerini kabul etmelidir. Çünkü anadilde savunma ve ana dilde eğitim, bırakın bu tür şiddet ağırlıklı eylemlerle talep etmeyi, hiçbir siyasal söyleme malzeme olmasına gerek olmaksızın ilkesel olarak tanınması gereken haklardır. Bu talepleri devlete meydan okumak veya şantaj yapmak gibi görmek de doğru değildir. Hatta devlete karşı en ağır suçu işleyen bir insan da pekala doğru bir talepte bulunabilir. Kısacası bu acı hadise en kısa zamanda sonlandırılmalıdır. Sonrasında ise Türkiye’de pek alışık olduğumuz üzere Kürt sorunu bağlamında nihai adımlar atma hususunda rehavete kapılmadan. Çünkü ana sorun bütün yakıcılığıyla yerinde dururken açlık grevleriyle ilgili atılacak olumlu adım Kürt sorunuyla ilgili bir mutlu son olmayacaktır, sadece bir pansuman mesabesinde kalacaktır.
Bunu söylüyorum çünkü Kürt sorunu bağlamında gündeme gelen olayları bu şekilde ele almanın Türkiye’de bir alışkanlık haline getirildiğine ilişkin yeterli deneyime sahibim. Öteden beri bütün adımlar ana sorunu görmezden gelmek doğrultusunda atılıyor. Türkiye’de özellikle Kürt sorunu söz konusu olduğunda aklın yolu bir olmuyor ne yazık ki. Her siyasal akımın, her kültürel grubun farklı işleyen bir aklı vardır ve bu farklı akılları bir potada işlevsel kılacak yönetici akl-ı kül de (yüzlerce yıl hüküm sürmüş bir imparatorluğun mirası üzerine kurulmuş bir ülkede hem de), kimi zaman ortaya çıkan bazı dirayetli liderleri saymasak, maalesef henüz oluşmamıştır (eşyanın tabiatına uygun işleyen bir sistemden bahsediyorum). Bu yüzden yöneticiler de Kürt sorunuyla irtibatlı olarak baş gösteren olaylar bağlamında hangi sosyal kümenin aklı baskın geliyorsa ona göre tutum belirlemek gibi, bir devlet yönetimi için her türlü zaaftan daha yıkıcı bir yaklaşım sergilemek durumunda kalıyorlar. Böylece ana sorunda en küçük bir iyileşme söz konusu olmadan bazen ekonomik, bazen eğitim, daha çok da güvenlikle ilgili tedbirlerle olayı geçiştirme yoluna gidiyorlar. Kısacası her olay asıl sorunu hatırlatsa da tali meseleyi ana meselenin önüne geçirme alışkanlığımız değişmiyor. Yürütülen tartışmalara, bu vesileyle verilen mesajlara bakılırsa son açlık grevleri sürecinde de göreceğimiz manzara budur. Göreceksiniz bu açlık grevleri bir şekilde son bulacaktır (umarım ölümler yaşanmaz ve on yıl kadar öncekine benzer bir “hayata döndürme” faciası tekrarlanmaz). Ama ana sorun çağın gerçeklerine uygun bir şekilde çözülmediği sürece buna benzer sorunlarla daha çok karşılaşacağız. Hatta ilgisiz alanlarda bile bu sorunun gölgesini üzerimizde hissedeceğiz. Çünkü her şey siyaset arenasında, entelektüel mahfillerde olup bitmiyor. Bu alanlarda sergilenen tavırlardan, söylemlerden toplum da payına düşeni alıyor ve gerektiğinde kendince kullanıyor. Atılan her adım, kullanılan her kelime toplumun bir kesiminde öbür kesime ilişkin bir algı oluşturuyor.
Siyasetçiler belki bir yerlere kararlılıklarını gösterme gereğini duyduklarından dolayı zaman zaman üsluplarını sertleştirir, karşıtları ile ilgili olumsuz nitelemelerde bulunurlar, ama bu üslubun özellikle Kürt sorunu söz konusu ise, ilgisiz alanlarda bile sıradan vatandaşın hayatını olumsuz yönde etkilediğini bilmek durumundadırlar. Mesela geçenlerde yakın bir dostum oğluna kız isterken karşılaştığı bir olayı bana anlattı. Kız tarafı onun Kürt olmasından hareketle münasip bir dille sorgulayıcı birkaç sorunun arasına PKK’lı, oradan hareketle de “Zerdüşt” olmasından endişelendiğini ihsas ettirecek türden soruları da yerleştirivermiş. İlahiyatçı dostum konuşmasının arasına ayet ve hadislerin Arapçasını serpiştirerek karşı tarafın zihnindeki bulanıklığı gidermiş ama Kürt sorununun toplumun en korunaklı gözeneklerine doğru sirayet etme istidadını da derin bir elemle gözlemlemiş. Sokaklarda galeyana gelmiş bazı grupların linç girişimlerinden bile daha tehlikeli bir manzaradır bu. Aynı zamanda lokal yansımalarına yoğunlaşarak kalıcı bir çözüm bulmaktan kaçınılması durumunda Kürt sorununun asıl yıkıcı etkisinin hangi boyutlara varacağını da göstermektedir.
Bölünme fobisi ve şiddet döngüsü
Kürt sorununun, üst yapının eliyle çözümsüz bırakılmasından dolayı tabana doğru yayıldığını ve toplumun dokularını tahrip etmeye başladığını dostumun maruz kaldığı muameleden de anlayabiliriz. Seksen yıllık tarihle birlikte oluşan literatürün, özellikle son otuz yıllık çatışma sürecinin oluşturduğu algının buna benzer yansımalarının olması kaçınılmazdır. Diğer bir ifadeyle sinsi bir hastalık gibi bünyemizi kemirmektedir Kürt sorunu.
Vahşi doğada yaban öküzü (Gakûvî) aslanın saldırısına uğradığında boynuzlarıyla onu sürükleyip bir kayaya sıkıştırırmış. Aslanın kurtulup karnını deşmesinden korktuğu için de nefes aldığı sürece onu bırakmazmış. Bu bekleyiş günlerce sürermiş. Sonunda aslan nefessiz kalırken Gakûvî de açlıktan ölürmüş. Ölmemek için aldığımız tedbirler bazen bizzat ölümümüze yol açabilir.
Türkiye’de (aslında anlaşılır sebeplerden dolayı. Osmanlının parçalanması daha dün sayılacak kadar zihinlerdeki tazeliğini koruyor) derin bir bölünme fobisi var. Kürtlerin de her toplum gibi doğuştan sahip oldukları hakları var. Kürtler haklarını talep ettikleri her seferinde Türkiye’de bölünme fobisi nüksediyor. Buna karşılık bazı Kürtler de kendilerine ölümden başka bir şey getirmeyen şiddet yoluna başvuruyor. Böylece her iki taraf aslan ve Gakûvî’ninkine benzer bir ölüm sarmalına giriyorlar. Birileri akl-ı kül’ü devreye sokarak bu kadar çözümsüz olmadıklarını göstermelidir. Devlete bölünme korkusunun yersizliğini, Kürtlere de şiddetten, ölümden alabildiğine uzak bir yöntemle hak arayışına girmelerini, aksi takdirde mukadder bir yok oluşun pençesine düşeceklerini hatırlatmalıdır. Yoksa “biz Kürdüz ya da Türküz bize bir şey olmaz” mı diyorsunuz?
Şu kadarını hatırlatayım: Tarih, sosyoloji ve tabiat kanunları hepimiz için geçerlidir! Bunu anladığımız zaman çok geç olabilir.