İngiltere'de yapılan bir araştırmaya göre, 2050 yılına kadar yaklaşık 150 milyon kişinin ekolojik mülteci olacağı öngörülmektedir. Küresel ısınmadan en çok etkilenecek ülkeler ise denizlerin yükselmesine ve su baskınlarına bağlı olarak güney ülkeleri olacaktır. Öte yandan iklim krizinin oluşmasında en çok sorumlu olan ülkeler gelişmiş ülkelerken; iklim krizinin ortaya çıkardığı sorunlardan en fazla etkilenen ülkeler ise az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdir.
Doç. Dr. İbrahim İrdem/ Siyaset Bilimci
Son yıllarda doğada gerçekleşen hızlı dönüşümler ciddi bir tehlikeye işaret etmekte ve bu durum iklim krizlerinden ekolojik sorunlara kadar canlı habitatın hayatta kalması açısından büyük bir tehdidi karşımıza çıkarmaktadır. Eğer acilen çevre konusunda gerekli önlemler alınmazsa telafisi güç sonuçlar ortaya çıkabilir. Göz ardı edilemeyecek bir konuyu oluşturan çevre sorunları ve güvenliği tüm canlılar için varoluşsal bir tehdittir.
Küresel ölçekte çevre sorunlarını oluşturan kirlilik, ormansızlaşma, çölleşme, küresel ısınma, asit yağmurları vb. gibi çevresel tehditler birbiriyle ilişkili, birbirine bağlı ve çok yönlü sorun alanlarıdır. Bununla birlikte herhangi bir kentte, bölgede ya da ülkede görülen çevre sorununun aynı zamanda evrensel bir niteliği de söz konusudur. Çünkü çevre sorunları sınır tanımamakta, çevre sorunlarına karşı küresel bir mücadeleye ihtiyaç duyulmaktadır.
Çevrede meydana gelebilecek değişim ya da tahribat ulusal güvenliği tehlikeye atmaktadır. İklim değişikliği, su ve gıda kaynaklarında azalma, ekosistemdeki tahribat toplumsal kaos ortaya çıkarabilmekte, şiddetli çatışmalara kapı aralamakta ve insan güvenliğini risk altına sokmaktadır. Çevre güvenliği yalnızca bireylerin günlük yaşamlarını etkilemekle kalmayıp, vatandaşların refahını, ülkenin istikrarını ve ulusal güvenliğini de doğrudan etkilemektedir. Çevre güvenliğinin idamesi kamu değeri üretmesi yanında temiz su, temiz hava, sağlıklı besin kaynakları gibi faktörler ile canlıların yaşamını sürdürmesine olanak tanıyan ekosistemin sürdürülebilmesi açısından ehemmiyet teşkil etmektedir.
Güvenliği kavramsal olarak ele alırken; güvenlik terimini çevreyle ilişkilendirmemek güvenliğe yönelik sığ bir yaklaşımı ortaya çıkarmaktadır. Güvenlik ve çevre ilişkisi akademik yazında da çoğu zaman ihmal edilen bir yaklaşımdır. Oysa, geleneksel güvenlik anlayışının ötesinde güvenlik; ozon tabakanın incelmesi, sera gazı etkisi, iklim değişikliği, sınır ötesi sağlık problemleri, kimyasal ya da nükleer atıklar, kaynak kıtlığı, küresel ısınma, akarsu ve göllerin kirletilmesi gibi çevresel sorunları da içeren bir kavramdır.
İnsani güvenlik kavramı
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından 1994 yılında yayımlanan raporda insani güvenlik kavramından bahsedilmiş, insan güvenliğine ilişkin hem ulusal hem de küresel kaygılar dile getirilmiştir. Çevresel güvenlik konusu güvenliğin yedi sac ayağından birisi olarak ekonomik güvenlik, gıda güvenliği, sağlık güvenliği, kişisel güvenlik, toplum güvenliği ve siyasi güvenlik konularıyla birlikte ele alınmıştır.
Bilim insanları tarafından yapılan araştırmalarda yakın gelecekte buzulların ve buz tabakalarının artan hızda eriyeceği, deniz seviyesinin yükseleceği ve daha yoğun sıcak hava dalgaları ile karşılaşılacağı öne çıkmaktadır. Fosil yakıtların kullanılması, ormansızlaşma, yenilenebilir olmayan enerji üretimi gelecek yıllarda dünyanın karşı karşıya kalabileceği çevresel güvenlik sorunlarını tetikleyen unsurlar arasında bulunmaktadır.
İklim değişikliği meselesi özellikle çevre güvenliği ile yakından ilişkili konulardan biridir. Bunun en temel sebebi iklim değişikliğinin çevre güvenliği açısından pek çok riski tetiklemesi ve çevre güvenliğini çeşitli açılardan tehdit etmesidir. Artan hava sıcaklıkları kuraklığa sebebiyet vermekte, tarım ürünleri üretiminin düşmesine neden olmaktadır. Benzer şekilde orman yangınları yoğunlaşmakta, su kıtlığına bağlı olarak ana öznesi "su" olan çatışmalar yaşanmaktadır. Nitekim, temiz ve kıt olan suya erişmek ülkelerin ulusal çıkarlarından birisi haline gelmiştir. Dünya genelinde pek çok ülke su kaynaklarına hâkim olmak maksadıyla yoğun çaba harcamaktadır. Örneğin; Kuzey Afrika'da Mısır ve Etiyopya, Orta Asya'da Aral Gölü havzası; Orta Amerika'da Guatemala, Honduras ve El Selvador su konusunda anlaşmazlıklar yaşamaktadır. Bununla birlikte Orta Doğu'da Ürdün Nehri üzerinde Ürdün ile İsrail arasındaki su kaynakları mücadelesi, Keşmir bölgesinde Hindistan ile Pakistan'ın mücadele ettiği İndus Nehri havzası bunlardan birkaçıdır.
Biyoçeşitlilik risk altında
Değişen iklim koşulları ekosistemin temelini oluşturan biyoçeşitliliği riske atmaktadır. Sıcaklıkların olağan durumun üzerinde artması hayvanları daha yüksek rakımlara ya da enlemlere yöneltmekte, bitki ve hayvan türlerin yok olma riskini tetiklemektedir. Biyoçeşitliliğin azalması toprak alanlarının bozulmasına, su temini üzerinde etkilere, tarımda verimliliğin düşmesine sebebiyet vermektedir.
Küresel iklim değişikliği insanlar üzerinde demografik hareketlere kapı aralamaktadır. İngiltere'de küresel ısınma konusunda yapılan bir araştırmaya göre, 2050 yılına kadar yaklaşık 150 milyon kişinin ekolojik mülteci ya da bir diğer ifade ile iklim mültecisi olacağı öngörülmektedir. İklim krizine bağlı olarak küresel ısınmadan en çok etkilenecek ülkeler ise denizlerin yükselmesine ve su baskınlarına bağlı olarak güney ülkeleri olacaktır. Dünyada insanların yüzde yirmisinin kıyı kentlerinde ve ada ülkelerinde yaşadığı değerlendirildiğinde çok sayıda yerin su altında kalması ve güneyden kuzeye doğru göç hareketliliği yaşanması iklim değişikliğinin muhtemel sonuçlarından birisidir.
Geçtiğimiz birkaç yıl içerisinde dünya genelinde yerinden edilmiş kişilerin sayısı 100 milyonun üzerinde olup, en yüksek rakama ulaşmıştır. İklim değişikliği ise yerinden edilenlerin başlıca sebeplerinden birisi olmuştur. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği'ne (BMMYK) göre 2008'den günümüze yaklaşık 21 milyon kişi hava koşullarından kaynaklı göç etmiştir. İklim değişikliği ve dünya genelinde hava sıcaklıklardaki hızlı artış sağlık açısından da olumsuz sonuçlara yol açmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü tarafından kamuoyu ile paylaşılan bir araştırmaya göre günümüzde halihazırda 3,6 milyar insan iklim değişikliğine duyarlı bölgelerde yaşamakta ve 2030 ile 2050 yılları arasında iklim değişikliğinin yetersiz beslenme, sıtma, ishal ve bireyler üzerinde yarattığı strese bağlı olarak yılda yaklaşık 250.000 insanın ölümüne sebebiyet vereceği iddia edilmektedir. Aynı araştırma sonucuna göre iklim değişikliğinin 2030 yılına kadar sağlık sektörüne doğrudan maliyetinin 2 ile 4 milyar Amerikan doları arasında olacağı tahmin edilmektedir.
Sorumluluk kimin?
İklim değişikliği ile mücadelede 'iklim adaletinin' sağlanması oldukça önemlidir. İklim adaleti ortaya çıkan iklimsel değişikliklerin olumsuz etkilerinin olabildiğince azaltılması yanında sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşmada, iklim değişikliklerinden en çok etkilenen az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin iktisadi ve sosyal açıdan desteklenmesine ve küresel yönetişim esaslı dayanışma ağının güçlenmesine katkı sunmaktadır. Ne yazık ki, iklim krizinin oluşmasında en çok sorumlu olan ülkeler gelişmiş ülkelerken; iklim krizinin ortaya çıkardığı sorunlardan en fazla etkilenen ülkeler ise az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdir. Daha fazla üretim ve tüketim yapan, hava kirliliği yayan sanayisi gelişmiş ülkeler fosil yakıtları sık bir şekilde kullanarak yüksek miktarda sera gazı salımına neden olmakta ve iklim krizini hızlandırmaktadır. Bu nedenle iklim kriziyle mücadelede en fazla sorumluluğu gelişmiş ülkeler üstlenmelidir.
Gelecek kuşaklara yaşanabilir ve sağlıklı bir çevre miras bırakabilmek için çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması, çevre güvenliği konusunda farkındalığın artırılması ve çevre sorunlarının uzun vadeli bir bakış açısıyla ele alınması oldukça önemlidir. Dünya genelinde gelişmiş ülkeler başta olmak üzere tüm ülkelerin güvenlik politikalarında "çevre güvenliği" konusuna azami önem atfetmesi, çevre yönetimine ilişkin katı müeyyideler tatbik etmesi, işletmelerin endüstriyel faaliyetlerine yönelik denetimleri genel standartlar çerçevesinde yoğunlaştırması ve çevre güvenliği konusuna "insani güvenlik" penceresi yanında "uluslararası güvenlik" boyutuyla yaklaşarak kamu politikası inşa etmesi dünyanın karşı karşıya kaldığı krizin etkilerinin minimize edilmesi açısından hayatidir.