CHP liderliği, Cumhuriyeti ‘Müslüman milliyetçiliği’ temelinden uzaklaştırıp, Türkçü bir laik ahlak çerçevesine oturtmaya çalışarak hem dindar vatandaşları ve hem de Kürt vatandaşları dışlamayı tercih etmiştir.
Doç. Dr. ERTAN AYDIN/Siyaset Bilimci
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanının 89. yılına girerken, ana muhalefet partisinin Cumhuriyet bayramı kutlamaları ekseninde kendisini Cumhuriyet fikri ve değerleri ile özdeşleştirme çabaları ve bu ortamdaki çıkan tartışmalar, Türkiye’deki cumhuriyet tecrübesinin tarihi ve bu süreçte hangi aktörler vesilesiyle cumhuriyet kültürünün yerleşebildiği sorularını da beraberinde getirmektedir. Ancak uzun dönemli bir değerlendirme CHP’nin cumhursuz Cumhuriyet kurma ikilemini daha iyi analiz etmemizi kolaylaştıracak ve niçin Demokrat Parti, ANAP ve AK Parti çizgisindeki muhafazakar sağ partilerin, Kurtuluş Savaşı mücadelesi sonrasında her türlü etnik çeşitliliği barındıran Müslüman kamuoyunun genel desteğiyle kurulan Cumhuriyetin, bir ara içine düştüğü tek parti CHP’sinin kıskacından kurtarılarak demokratikleşmesi ve gerçekten cumhura mal edilmesi sürecinin aktörleri olageldiğini anlamamıza yardımcı olacaktır.
Yaklaşık altı yüzyıl süren bir hanedanla yönetilen imparatorluk, kendi elitleri tarafından ilga edildikten sonra, 1923’de kurulan Türkiye Cumhuriyeti rejiminin en önemli özelliği, 19. yüzyıldaki Meşrutiyet tecrübesindeki derin kökleri ve Ankara’daki meclisin liderliğindeki milli mücadele sırasında oluşan Müslüman çoğunluk dayanışması sayesinde çok çabuk ve derin bir halk desteği kazanması olmuştur. Nitekim, Cumhuriyet rejiminin güçlü meşruiyeti sayesindedir ki, Osmanlı dönemine geri dönmeyi arzulayan hareketler yok denecek seviyededir. Örneğin, cumhuriyet rejimi kurulduktan sonraki hükümetlerle çok ciddi görüş ayrılığı bulunan Mehmet Akif Ersoy gibi muhalif fikirlere sahip aydınlar, tüm eleştirilerini yine Cumhuriyet vizyonu içinde yapagelmişler, Milli Mücadele liderliğinin verdiği Cumhuriyet sistemi kararına hep sadık kalagelmişlerdir. Zira Cumhuriyetin kurucu nesilleri Namık Kemal sonrası Osmanlı Müslüman meşrutiyet geleneğinin de çocukları idi. Bu çerçeveden bakıldığında, Misak-i Milli vizyonunun içinde yer alan Kürt vatandaşlar da başlangıçta Cumhuriyet sisteminin kurucu ve aslı üyesi olarak görülmüşlerdi. Zaten Cumhuriyeti kuran nesillerin ortak paydası Müslüman milliyetçiliği ve Türkiye Cumhuriyeti sayesinde o bölgede yaşayan Müslümanların bağımsızlığı ve selameti ilkesiydi.
‘Müslüman milliyetçiliği’
1919 ile 1923 yılları arasındaki bu ‘Müslüman milliyetçiliği’ne dayalı Cumhuriyet mutabakatı, özellikle 1930’lu yıllardan 1950’ye kadar olan süreçte iktidardaki CHP kadroları tarafından tek yanlı olarak ihlal edilerek, güçlü bir halk desteğiyle doğan Cumhuriyet rejiminin ilk meşruiyet krizlerini yaşamasına sebep olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk liderliğindeki bir Cumhuriyet sistemi Türkiye topraklarındaki büyük çoğunluk tarafından hızla benimsenmiş iken, CHP’nin niçin toplumun büyük kesimlerini küstürecek politikalar geliştirme ihtiyacı hissettiği sorusu hala Türk siyaset tarihi uzmanlarını meşgul etmektedir. Gerek o dönemdeki kadroların Fransız Üçüncü Cumhuriyet’inde gördükleri şedid laikçilikten esinlenmesi ve gerekse onların etnik milliyetçilik doktrinine olan inançları sonucunda, CHP liderliği, Cumhuriyeti bir Müslüman milliyetçiliği temelinden uzaklaştırıp, Türkçü bir laik ahlak çerçevesine oturtmaya çalışarak hem dindar vatandaşları ve hem de Kürt vatandaşları dışlamayı tercih etmiştir.
Bu yukarıdan inmeci reformlarla, laik bir Türk ulusu yaratma vizyonu, Cumhuriyet’in demokratik meşruiyet ilkesi ile mümkün olamayacağı için CHP’nin fikir babaları, halkın demokratik katılım haklarını hep meçhul bir tarihe ertelenen ve mevcut cumhurun değerlerini dışlayan elitist bir Cumhuriyet fikrine sarılmışlardı. Burada kendilerine Rousseau’nun “genel irade” ve “ortak yarar” gibi bazı Batılı kavramları dayanak addeden bu elitler, mevcut Müslüman Türkiye halkını Osmanlı artığı ve cahil olarak yaftalayarak, onların taleplerini yok sayıp, gelecekte kuracakları çağdaş vatandaşlardan müteşekkil bir cumhurun temsilini hayal ediyordu. Üstelik bu gelecek cumhurun inşasının olmazsa olmazı laik ahlak, CHP cumhuriyet nosyonun demokrasiyle olan gerilimini arttırıyordu. Mütedeyyinler ve Kürtler tabii olarak bu kurgudan dışlanmışlardı ve bu yüzden CHP liderliği ancak otoriter bir tek parti sistemiyle iktidarı elinde tutabileceğinin çok iyi farkındaydı.
İşte bu tek parti dönemi CHP politikaları sebebiyle Cumhuriyet rejimi halk arasındaki genel itibarını yitirirken, hükümet ezanı Türkçe okutturabilmek gibi bir kararı bile halka zorla uygulatabilme cesareti göstermiş, Cumhuriyeti CHP toplum mühendisliğinin ideolojik aygıtı haline dönüştürmüştü.
Rejimin ideolojik aygıtları
İkinci Dünya Savası sonrası Soğuk Savaş dinamikleri ve Türkiye elitleri içerisindeki muhalefet sonucunda çok partili rejime geçişle birlikte, ilk adil seçimlerle iktidara gelen Demokrat Parti, Cumhuriyet ilkeleri ile demokratik katılım prensibini tekrar birleştirerek, dindar ve Kürt vatandaşların yeniden Cumhuriyet sistemiyle barışmasına vesile olmuştur. Türkiye’deki çok partili seçimlerin başlangıçtan beri çok başarılı olup, geniş kitlelere mal olabilmesi ve çok kısa zamanda muhafazakar ama 1920’lerin Cumhuriyet vizyonuna sadık bir milliyetçi eğilimin siyasallaşması, CHP’nin yarattığı Cumhuriyet rejimi krizini kökten çözebilmiştir. Bu yüzden, 1960’lı yıllar sonrasında CHP zihniyetinin demokratik yollarla kazanamadığı iktidarı ele geçirme çabası olan askeri darbelerle dışlanmaya çalışılan kesimler, hiç bir zaman Cumhuriyet sistemine küsüp içine kapanma veya şiddete yönelme eğilimine girmemişlerdir. Her darbenin sonrasında, darbeye maruz kalanların cumhuriyetçi ve demokrat bir sabır siyaseti ile tekrar iktidar mücadelesi vermeleri, Türkiye Cumhuriyeti rejiminin CHP’ye rağmen ne kadar kökleştiğinin göstergesi olagelmiştir.
Bu gelenek içerisinde değerlendirildiğinde Turgut Özal’ın ANAP ile gösterdiği demokratik açılımın ötesinde Cumhurbaşkanı olmayı başarması, o zamana kadar olan Cumhuriyetçi tecrübenin zirvesi olarak görülebilir. Zira Özal’ın Türkiye mozaiği içerisindeki her kesimin sisteme katılımının önünü açmaya çalışması, CHP zihniyetindeki siyasi elitlerinin de uzun dönemde sonunun geldiğine işaret ediyordu. İşte bu Özal tecrübesi ışığında, 28 Şubat darbesinin, CHP’nin cumhursuz Cumhuriyet zihniyetinin son çırpınışı olarak görmek mümkündür.
9. Senfoni çağdaşlığı
Süleyman Demirel’in 28 Şubat darbesinin en şedit günlerinde Beethoven’in 9’uncu senfonisini dinleyen vatandaşları göstererek, “işte çağdaş Türkiye” bu diye takdim etmesi, bir anlamda tek parti dönemi “demokrasisi ertelenmeye mahkum laik cumhuriyet”in ihyasını da öngörmekteydi. Bir konser salonunda, Avrupa klasik müziğini dinleyen varlıklı kişileri ideal Türk vatandaşı olarak görüp, Türk halk müziği, arabesk veya Kürtçe müzik dinleyen insanları ıslah edilmesi gereken kusurlu vatandaşlar olarak algılayan bu zihniyet, Türkiye’den her türlü hayat biçimi, kültüre ve etnik geçmişe sahip vatandaşların olduğu, onların farklı talepleri olabileceği fikriyle barışık olamamıştı henüz. İşte Türkiye demokrasisinin bu karanlık günlerinde, 28 Şubat’ın cumhursuz laikçi cumhuriyet vizyonuna karşı gösterilen alternatif, yine aynı derecede cumhursuz bir dindar cumhuriyet olabilirdi. Ancak, 28 Şubat darbesinin en önemli mağdurları olan mütedeyyin Türkiye vatandaşları, CHP zihniyetini karşıt bir dille yeniden üreten böyle bir alternatif yerine, Cumhuriyet sistemine küsmeden, yeni bir özgürlükçü hak talebi siyasetiyle hem ülke içinde ve hem de uluslararası alanda önemli demokratik ittifaklar içine girebilmişlerdir.
Çevik Bir ve Süleyman Demirel’in, 1990’ların sonunda, Menderes ve Özal’ın başarılarının ardından, dünyanın hızla globalleştiği ve Türkiye’nin dünyayla entegre olduğu bir dönemde Recep Peker’in CHP’sinin zihniyeti ile Cumhuriyeti yeniden tanımlama çabaları başarısızlığa mahkum bir projeydi. Gittikçe sivil meşruiyetini yitirmenin ötesinde, uluslararası itibarı zedelemiş ve ekonomik kriz içerisinde, adeta ölüm döşeğindeki Cumhuriyeti bu derin krizinden 2002 yılı Kasım ayındaki seçimlerde AK Parti’nin iktidara gelebilmesi aşmıştır. 2002 yılındaki Meclis’e, Türkiye Cumhuriyet tarihindeki en fazla Kürt kökenli vatandaşın girmesine de vesile olan AK Parti iktidarı, tedrici bir şekilde Cumhuriyeti tekrar Cumhuruyla barıştırıp, her türlü demokratik talebin ifade edilmesi yönündeki engelleri kaldırıp, bugünkü demokratik Cumhuriyet tecrübesinin yaşanmasına öncülük etmiştir.
Kürtçe televizyon kanalı açabilmekten, böşürtülü kız öğrencilerin eğitim hakkına ve gayrimüslimlerin hak talebine uzanan pek çok konuda demokratik taleplere cevap veren AK Parti iktidarı, neticede demokrasi vesilesiyle Türkiye vatandaşlarının Cumhuriyet sistemine olan bağlarını güçlendirebilmiştir. 2007 yılında Abdullah Gül’ün, yine CHP’nin halksız cumhuriyet zihniyetinden esinlenen 27 Nisan muhtırasına rağmen Cumhurbaşkanı olması, Turgut Özal’ın 1993’de vefatıyla sona eren Türkiye’nin vatandaş mozaiği ile barışık olabilen bir Cumhurbaşkanlığı makamını da ihya edebilmiştir.
CHP’nin taban problemi
Yaklaşık 10 yıldır devam eden AK Parti iktidarında Cumhuriyet rejiminin ve demokrasinin meşrutiyeti sorgulanmayacak bir şekilde kökleşmiş durumdadır. Bu bağlamda, ana muhalefet partisi olan CHP Türkiye demokrasisi için çok önemli katkılar yapabilecek bir tabana ve potansiyele sahip olup, özellikle AK Parti iktidarından şikayetçi olan laikçi ve ulusalcı grupların taleplerini ifade eden bir parti platformu sunabilmektedir. Ancak, AK Parti iktidarında dışlandığını düşündüğü kesimlerin taleplerini ifade ederken bile, CHP tek parti döneminin demokratik bağlamından koparılmış Cumhuriyet nosyonunu yeniden canlandırma çabasını devam ettirmekte ve bu yüzden temsil ettiği grupların taleplerini siyasal alana aktarmada kadük kalmaktadır.
CHP’nin, kendi tabanının taleplerini, kendisi gibi düşünmeyen insanların haklarını çiğnemeden ve onları küçümsemeden de ifade etmesi mümkündür ve böyle bir tavır daha uzun ömürlü hak koalisyonları oluşturup, netice almayı kolaylaştıracaktır. Örneğin yeni anayasanın hazırlanması sürecinde, Türkiye insanının farklılığını inkar etmeyen daha demokratik bir sistem kurulması için pozitif katkıda bulunurken, kendi tabanındaki Alevi vatandaşlarının taleplerini de garanti altına alabilirler. Ancak, bu tür bir temsili siyaset yerine, CHP daha çok monolitik ve laik bir ulus devlet vizyonunu ihya etmeyi arzulayan söylemlerle siyaset yapmaya devam etmekte ve neticede somut olarak Türkiye siyasetinden ne istediği belli olamamaktadır.
Zaten bugünkü CHP için en büyük ikilem, kendi tabanındaki toplumsal kesimlerin taleplerini merkeze taşıma mücadelesi ile cumhursuz Cumhuriyet günlerinin nostaljisi arasında sıkışmış durumda oluşudur. Bir taraftan seçmenleri için demokratik bir talepte bulunurken, diğer taraftan bu taleplerini geçmiş antidemokratik cumhuriyet söylemine sarılarak yapmaya çalışabiliyor. Üstelik bu şizofren siyasi ruh haline, 1970’lı yılların jakoben sol hareketlerinden devraldığı jargonun otoriter argümanlarını da ekleyerek, bir ana muhalefet partisi için anlaşılması zor bir karmaşık siyasi vizyonla kamuoyunun karşısına çıkmaya devam etmektedir. Hala askerlere “sizin korumanız gereken cumhuriyeti biz koruyoruz” çıkışında bulunabilmek, CHP’nin Cumhuriyet’i cumhura emanet etmekten imtina eden, onu ancak askeri vesayet yoluyla güvence altına almayı önceleyen bir siyasetten vazgeçemediği anlamına gelmektedir. Bu tarz vesayetçi zihniyeti dönüştürmedikçe, CHP cumhursuz Cumhuriyet sarmalından kendini kurtaramayacaktır.