Bizim ciddi bir sorunumuz var, yaklaşık 10 yılda bir asker kaynaklı yönetime el koyma girişimine veya siyasi iktidarı devirme hamlesine şahit oluyoruz. 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbeleriyle doğrudan yönetime el koyarlarken, 12 Mart 1971 ve 28 Şubat 1997 muhtıralarıyla hükümetleri devirerek kendi kontrollerinde yönetimler tesis ettiler. 27 Nisan 2007 bildirisi AK Parti iktidarının tavrı sebebiyle Hükümeti devirecek bir muhtıraya dönüşemedi, 15 Temmuz cuntacı darbe girişimi de halkın direnişiyle akamete uğratıldı.
Bizim başka bir sorunumuz daha var, o da birileri ordu içinde etkili olmak için örgütlenme çabasından vazgeçmiyor.
Şu artık çok açık bir gerçek: Yönetime el koyma kavgası verenler bu kavgayı önce TSK içinde veriyorlar.
Darbelerin anası olan 27 Mayıs, bir grup askerin giriştiği bir kalkışmaydı, cuntacılar önce TSK yönetimine el koydu, askerleri emekli etti, beraberinde ülke yönetimine el koydu.
12 Mart muhtırasından üç gün önce Madanoğlu grubu Milli Demokratik Devrim yapmak için cuntaya kalkıştı, başarılı olamayınca diğer askerler tarafından tasfiye edildi. Bunun gibi ordu içindeki çekişmenin başka fiili örnekleri de var...
27 Nisan’a giden süreçte etkili olanların önemli bir kısmı sonradan Ergenekoncu diye adlandırıldı ve davalara konu oldu. 15 Temmuz’a giden süreçte ise FETÖ’cüler Ergenekoncu diye ekarte ettikleri askerlerin yerine etkili konumları aldılar, sonra ülke yönetimine el koymaya kalkıştılar.
Mesele sadece askerin toplumu dizayn etmesi şeklinde değil, askerin içindeki bir kısım yapıların birbirini dizayn etmesi şeklinde ortaya çıkıyor.
Yönetimde söz sahibi olmak sadece siyasi alanla sınırlı bir kavga değil, iktidarın bileşeni gibi görülen tüm kurumlarda süren bir kavga...
“Elinde silah olanın sözü geçer” anlayışı ordu içinde etkili olma mücadelesine kapı açmış, ‘rejimi ordu korur, toplumu ordu şekillendirir’ anlayışı darbelere çanak tutmuş... Nitekim Yurtta Sulh Konseyi denilen alçak şarlatanlar da yayınladıkları bildiride ‘ulusumuz adına her türlü tedbiri alacağız’ diyorlardı.
Demokratik rejime son verenler hep ‘rejimi biz koruruz’ diyenler olmuştur.
Asker rejimi ve resmi ideolojiyi korur, toplumu istediği minvalde tutar anlayışı artık çöktü. Bu çarpık anlayışa göre eğer ordu bir kısım gruplarca ele geçirilirse sistemi kim koruyacak? Bu yüzden sistemin sahibi ve koruyucusu millettir ve onun demokratik mekanizmalarla şekillendirdiği iradedir. Neticede sistemi ve rejimi tankın önüne çıkan halkın koruduğunu gördük.
Yine gördük ki, AK Parti iktidarına karşı yayınlanan 27 Nisan bildirisi ‘laiklik’ vurgusu yaparken, 15 Temmuz darbe girişimi ‘cemaat’ görünümlü yani dini istismar eden bir terör örgütü tarafından gerçekleştirildi.
Rejimin koruyucusu görülen orduda hakimiyet kurularak başka bir esaret rejimi kurulmak istenmiştir, halk ise elinde silah olanın kalkışmasına pabuç bırakmamıştır.
Milletimizin gözbebeği olan Silahlı Kuvvetler, herhangi bir ideolojik mücadelenin silahlı aparatı olarak görülemez. Kendilerine göre rejim değiştirmek isteyenlerin orduda etkili olarak bunu yapma yolu tamamen kapanmalıdır. Askere düşen içindeki temizliği yapmak, siyasete düşen ise ordu veya başka bir kurum üzerinden bu tür kalkışmalar veya müdahaleler yapılabilmesinin önünü kesmektir.
Ordu içinde meşruiyetini ve yetkisini milletten almayan birilerinin etkili olmasını engellemeden askerin müdahale girişimlerini engelleyemeyiz. TSK komuta kademesinin özellikle son dönemde ordunun iç bütünlüğü ve disiplini konusunu önceleyerek olağanüstü bir çaba ortaya koyması, ülkemizin selameti açısından gereklidir.
Genelkurmay Başkanımız Orgeneral Akar’ın ‘içimizdeki hainler temizlendikçe’ vurgusu yapması sorunla mücadele açısından çok önemlidir. TSK’nın, başka ülkelerin amaçlarına hizmet eden casus/hainlere karşı milli karakterini, darbeci/vesayetçi zihniyetlere karşı da demokratik/hukuk sistemine bağlı olma karakterini koruması hayati olandır.
Bu yüzden hükümetimizin yapısal tedbirler geliştiriyor olması son derece doğrudur.