Bir zamanlar Yeni Şafak’ta “Mehmet E. Yavuz” imzasıyla yazan arkadaş anlatmıştı: “Ne zaman Yekta Güngör Özden'le ilgili bir yazı yazsam, aynı daktilodan çıkmış tuhaf mektuplar gelir...”
“Tuhaf” sözcüğünü o zamanlar biraz abartılı bulmuştum.
Çünkü olayı neredeyse “polisiye” bir hava katarak anlatmış, söz konusu mektupların tek merkezden, muhtemelen Yekta Bey'i seven ve gözeten biri ya da birileri tarafından gönderildiğini söylemişti.
Ben de arkadaşın kuruntusunu Forsyth, Le Carre, Clancy düşkünlüğüne verip, gülüp geçmiştim.
İnanmadığımı görünce, ertesi gün elinde dört adet mektup, çıkıp geldi.
“Bak” dedi, “Özellikle üsluba ve mektup sahibinin imzasına dikkat et...”
Biri Çankaya'dan, ikisi Kavaklıdere'den postalanmış; dördüncüsünün üzerindeki damga okunmuyor.
Dört mektubun formatı da aynı...
Aynı daktilo aralığı...
Aynı paragraf boşluğu...
Aynı imla bozukluğu ve Türkçe zevksizliği...
En dikkat çeken benzerlik, dört mektubun da devlet dairelerinde kullanılan ağır gramajlı dosya kâğıdına yazılmış olması.
İsimler farklı ama imzadaki kaligrafi aynı.
Mektup sahipleri, arkadaşımızı cahillikle, ahmaklıkla, bölücülükle, “durup dururken Yekta Bey'e sataşmakla” suçluyor ve böyle devam ederse “başına kötü şeylerin gelebileceğini” hatırlatıyor. Ardından, yakası açılmadık bir yığın küfür ve hakaret...
“Bunların aynı şahıs tarafından yazıldığını anlamak için uzman olmaya gerek yok” dedim.
Bir şey daha dikkatimi çekti: Mektup sahipleri Yekta Güngör Özden'i çok iyi tanıyor, hangi saatte nerede olduğunu, kimlerle görüştüğünü, hangi konuda ne düşündüğünü çok iyi biliyor.
Aklıma Taha Kıvanç'ın bir yazısı geldi; o da bir vakitler Yekta Bey'in esrarengiz hayranlarından yakınıyordu.
O da birtakım mektuplara muhatap olmuştu...
Ortaya şöyle bir durum çıkıyor: Kavaklıdere-Çankaya bölgesinde ikamet eden Yekta Güngör Özden hayranı bir “ruh hastası”, vazifelendirilmiş gibi her gün üşenmeden gazeteleri tarıyor, Yekta Güngör Özden aleyhtarı yazıları tespit ediyor ve sonra da oturup bunlara cevaplar yazıyor; üstelik bu ruh hastası, Yekta Bey'le ilgili çok özel bilgilere sahip:
“Sen Yekta bey'in falanca kişiyle görüştüğünü yazıyorsun ama Yekta Bey o saatte filanca yerdeydi” gibilerden...
Taha Kıvanç ve Mehmet E. Yavuz’u o zaman çok kıskanmıştım.
Hatta Yekta Güngör Özden'le ilgili yazdıklarım gözden kaçıyor, okunmuyor galiba diye üzülmüştüm.
Bir süre sonra ben de mektuplar almaya başladım.
Daha önce gördüklerime benzer mektuplar.
Aynı daktilo aralığı...
Aynı paragraf düzeni...
Aynı özensiz yazım...
Aynı Türkçe zevksizliği...
Özellikle bir imza dikkatimi çekmişti: Halil Soytaş.
Halil Bey küfrediyordu. Sonra da, “Niçin Yekta Bey'e çatıyorsunuz? Bu milletin kaç Yekta Bey'i var?” diye vicdan yapıyordu.
Dün, Sözcü gazetesinde Yekta Güngör Özden imzalı “Ezan” yazısını okuyunca, aklıma o “esrarengiz arkadaşlar” geldi.
Hemen belirteyim:
Yekta Bey “Türkçe ezan” yanlısı...
Ezanın Türkçe olmasına direnmek, “kendine yabancılaşmak”mış. (Görüldüğü üzere, felsefe yapıyor.)
Sadece ezanın değil, Kur’an’ın da Türkçe okunmasını istiyor.
Tersini savunanlara “Tutucular, sömürücüler” diye hakaret ediyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan söz ederken de bazı “rahatsız” ulusalcılar gibi terbiyesizleşiyor: “RTE” diyor. İsmini anmamaya özen gösteriyor. Kendince aşağılıyor.
Yekta Bey “yabancılaşma” kavramından ne anlıyor bilmiyorum ama (anlamadığı kesin), bu topraklarda bin küsur yıllık geleneği bulunan “ezan” uygulamasına “yabancılaşma” diyecekse, hiç geleneği bulunmayan bazı devrimleri (mesela şapka devrimini) nasıl açıklayacak?
Pıtrak gibi çoğalan “mantar kafaları” hatırlayıp, “Bu görüntüleri oluşturmak kendine yabancılaşmaktır” diyebilecek mi?
Demeyecek.
Esrarengiz arkadaşlarını devreye sokacak.
Eskiden gülüp geçiyordum.
Bu kez öyle yapmayacağım. Aldığım ilk hakaret mektubundan sonra savcılığa gidip o mektupların bizzat Yekta Güngör Özden tarafından yazıldığını ihbar edeceğim.
İddiamı da kanıtlayacağım!