“Şu anda bütün durumun değerlendirmesini yapıyoruz. Yapılan çalışmalar içerisinde Suriye sınırında tampon bölge ya da güvenli bölge oluşturulup oluşturulmama konusu da bulunuyor”.
Cumhurbaşkanı Erdoğan bu cümleyi kurduğunda takvimler 16 Mart 2012’yi gösteriyordu.
Kendisi Başbakan’dı ve güvenli bölge tanımlamasını dünya kamuoyuna açık şekilde ilk kez kullandığında muhatap ülke Amerika Birleşik Devletleri Suriye’de yalpalamaya henüz başlamamıştı.
Daha o günlerde Türkiye iki ana gerekçeyi anarak öneriyordu “güvenli bölgeyi”.
İlk gerekçe Suriyelilerdi.
Suriyelilerin can güvenliğinin Suriye topraklarında uçuşa kapalı bir bölge oluşturularak sağlanmasını istiyordu Türkiye.
Demokratik haklarını barışçıl gösterilerle talep eden Suriyelilere inanılmaz bir şiddetle cevap verdi Şam rejimi. Kimyasal silah kullanılması, katliamların kitlesel boyutlara varması sonucu Suriyeliler yönünü Türkiye’ye çevirdi.
O günlerden bugünlere nihayetinde Esed, PYD ve DEAŞ’tan kaçarak topraklarımıza sığınan Suriyeli sayısı dört milyonu buldu, ne yazık ki.
İkinci neden ise Suriye coğrafyasındaki istihbaratçılarla eşzamanlı olarak artan terörist sayısının yol açacağı yıkım görünüyordu.
Avrupa’dan, eski SSCB topraklarından, ABD’den gelen “cihatçı”ların katılımıyla bir anda baş veren DEAŞ da, Kürt çocuklarını Rojava devrimi hayaliyle Suriye’de Amerika’ya paralı piyon yazdıran PKK da Türkiye sınırında gelecek arıyordu.
Üstelik teröristlerin hem Türkiye’ye, hem Türkiye üzerinden Avrupa’ya sızmasından korkuluyordu. Buna izin verilemezdi. Tampon bölge şarttı.
2013 Mayıs’ında gerçekleşen ABD gezisinde dile getirdi “dönemin Başbakanı” Recep Tayyip Erdoğan. Türkiye’nin Türkiye-Suriye sınırında 32 kilometre derinlikte ve 460 kilometre uzunlukta bir hattı kapsayan güvenli bölge önerisini aktardı.
Ama değişen bir şey de olmadı. ABD’nin başını çektiği koalisyon güçlerinin en hafif tabirle “güçsüzlüğü”, “isteksizliği” sonucu önce DEAŞ, sonra PKK-PYD Türkiye sınıra yerleşti.
Pratikte NATO terör örgütleriyle sınır olmuştu ve bundan rahatsız da görünmüyordu.
Türkiye içeriden terör örgütleriyle meşgul edilirken sınırından da terör örgütleriyle kuşatıldı.
Bu sıkışmışlıktan çıkılan tarih oldu 15 Temmuz 2016. FETÖ eliyle yapılan darbe-işgal girişimi def edildikten 40 gün sonra fiilen sahaya indi Türkiye.
Sınır ötesi askeri harekatlarla önce Fırat’ın batısında, şimdi Fırat’ın doğusunda güvenli bölgeyi kendi elleriyle tesis ediyor, çok şükür.
Cumhurbaşkanı’nın sık kullandığı meşhur ifadeyle söylersek “kendi göbeğini kendi kesiyor”.
Hiç sağına soluna bakmadan, hem rasyonel hem ilkesel bir siyasetle başından beri yapılması gerekeni yapıyor.
Kılıçdaroğlu ve vantriloğu
Kemal Kılıçdaroğlu dün CHP Meclis Grubunu bir kez daha Türkiye’ye karşı zehirledi. Türkiye’nin dışarıdan kuşatma, içerden çürütme siyasetinin devreye sokulduğu tarihlerde CHP koltuğuna oturtulmasından daha fenası, hemen tüm kritik olaylarda Türkiye’nin âlî çıkarlarının yanında değil karşısında konum almasıydı.
Terörle mücadelede toplumsal/siyasal bir kararlılık mı var. Kılıçdaroğlu hemen, aksi yönde bir yanılsama yaratmak için boy gösterir. Siz PKK’nın çanına ot tıkar, YPG’yi sınırdan süpürürsünüz. O terör örgütü yumuşatıcısı olarak devreye girer. Siz FETÖ’yü derdest edersiniz, o FETÖ tezlerini Meclis kürsüsünden seslendirir. Siz çıplak ellerinizle darbeyi engellersiniz, o ütülü pantolonuyla güvenli salondan “tiyatroydu” der.
Dün de böyle konuştu. Barış Pınarı için mücadele veren Türkiye’yi itham etti.
Çıkan bu sesin Türkiye’ye ait olmadığını anlayacak kadar çok şey yaşadık aslında. Yaptığı siyaset değil, rekabet değil. Bir ulusal güvenlik meselesi...