Trump, hemen her konuya “ne kadar para yatırdık- karşılığında kaç para kazandık” şeklinde bakan bir başkan. Bunun kendi başına Trump’ı eleştirmek için bir neden olması düşünülemez, zira neredeyse tüm devletlerdeki karar alıcıların bu yönde bir bakışları bulunduğu şüphe götürmez. Ancak Trump’la ilgili sorun, harcanan paranın ne kadar zamanda ve yöntemle geri alınacağı konusundaki tutumunda. Anlaşılan Trump meselelere market alışverişi gibi bakıyor; ver parayı-al malı ya da ver malı-al parayı.
Diplomasi “alma-verme” işlerinde karşı tarafı ikna etme sanatı olarak doğmuş, anlaşılan o ki Trump’ın bunu kullanma niyeti de yeteneği de bulunmuyor. Tabir yerindeyse pazarlıklarını halı taciri gibi yapmayı tercih ediyor. Uluslararası ilişkiler bir satranç oyunu iken, ABD Başkanı satranç tahtasında Monopoly oynamak istiyor.
Bu tutumun ABD’ye kısa vadede sağladığı tek bir avantaj var, o da tüm diğer devletlerin diplomasinin kıvrak olanaklarından yararlanma imkanlarını elinden almak. Dolayısıyla ABD, diğer oyuncuları da kendisi gibi davranmaya davet ediyor ve görüldüğü kadarıyla bu davete ilk icabet edenler de İsrail ve Suudi Arabistan olmuş.
Ver parayı, al sonucu
Ancak uluslararası ilişkiler basit bir aritmetiğin ötesine geçer ve işletme mantığı ile çalışmaz. Öyle olsaydı, siyaset denen şey olmazdı.
ABD Başkanı, en fazla kendisinin para verdiği tüm kuruluşların kendisi lehine karar almasını istiyor. Bu arada belirtmek gerekir ki, BM’ye en fazla borcu olan ülke ABD; yani üstlendiği sorumluluğu mali açıdan pek yerine getirdiği de söylenemez. Beklediği yönde sonuçlar alınamadığında, ABD’nin yapabileceği çok sayıda seçenek bulunuyor; ancak Başkan en müdanasız olanı seçerek tehdit yöntemini kullanıyor.
Trump tehditle Kudüs kararının karşısında çok sayıda devletin itiraz ettiği bir ortamı tersine çevirmek istiyor. Demek ki, aldığı kararın yanlışlığı konusunda uluslararası bir uzlaşı var ve bu da ABD’yi epeyce telaşlandırmış. Büyük bir devlet, aldığı karara karşı bu denli tepki geldiğinde ve geri adım da atmak istemediğinde, ya savaş çıkarır ya da karşı bloğu barışçı yöntemlerle ikna eder.
Bugün şantajla ikna ettiği devletlerin yarın da ABD lehine davranacaklarının katiyen garantisi bulunmuyor; üstelik ABD tehdidine boyun eğmek durumunda kalan bu devletlerin ABD bağımlılığından kurtarılması gerektiğini düşünen devletlerin işini kolaylaştırmış oluyor.
Rakiplere koz verme
“Tüm dünya bize düşman” anlayışına kaymış olması, Trump’ın siyasi geleceğine ne kadar katkı sağlar, orasını ileride göreceğiz. Ancak BM Güvenlik Konseyi’ndeki vetosu ve Genel Kurul’da kararları etkileyecek tehditleri, benzer tavırların rakipleri tarafından da yapılmasına meşruiyet veriyor.
Bugün Kudüs konusunda “veto” kullanıp BM Genel Kurulu'na şantaj yapıyorsa, yarın Rusya ya da Çin’in başka coğrafyalardaki çıkar alanları için aynısını yapacaklarına kuşku yok. Dolayısıyla ABD, zaten işin içinden tek başına çıkma olanağı bulunmayan bir konuda “şantaj hakkını” alenen kullanarak tüketiyor ve avantajı rakiplerine veriyor. Ülkesinin güvenirliliğinin kaybedilmesine yol açıyor ve böylece örneğin Kuzey Kore konusundaki çıkışlarının bile inandırıcılığı azalmış oluyor.
Dış politika, mahalle esnafı mantığıyla da yürüyebilir tabi; ama kazanan hesaplarını diferansiyel denklem kurarak yapanlar olur. Fotoğraflarda Trump’ın tam arkasında duranlar, aritmetiği Trump’a yaptırıyor, denklemi kendileri kuruyor olabilir. Bu nedenle bugünkü çıkışların ileride nasıl kullanılabileceği, günlük verilen tepkilerden çok daha büyük önem taşıyor.