El Kaide ve DEAŞ gibi örgütler Müslümanları tekfir ederek, yani dinsiz ilan ederek öldürüyorlar. Tekfir anlayışı haddi aşma halidir; insanların dini, vicdani, imani durumları hakkında hüküm vermek, yargıda bulunmak hiçbir şahsa verilen bir yetki ve izin değildir. Hiçbir mü’min başka bir mü’minin imanını ölçemez, onun inancını mahkûm eden yargılarda bulunamaz.
Tekfircilik bir anlayış ve zihniyet olarak ortaya çıkar, silahlı örgütler tarafından istismar edildiğinde cinayetlere ve katliamlara yol açar. DEAŞ türü örgütler Müslümanların küfrüne hükmedip, ‘katli caizdir’diye kendi kendilerine uydurma fetvalar verip cinayetler işliyorlar. Bu hastalıklı anlayış kelamcıların kendi aralarındaki tartışmalardan tutun da radikal örgütlerin ve terör gruplarının eylemlerine kadar geniş bir yelpazede kendisini gösterebiliyor.
İslam tarihinde siyasi ihtilaflardan cehalet ve taassuba, aşırılık ve bağnazlığa kadar birçok sebep tekfirci anlayışı beslemiştir. Müslüman bireyler ve topluluklar üzerinde hâkimiyet ve otorite kurmak isteyen örgütler, tekfirci anlayışla kendilerine uymayanları tasfiye etmenin yollarını aramışlardır. Kendi görüşünü, inancını, ideolojisini, yorumunu mutlak hakikat olarak görerek, farklı olana yaşam hakkı tanımayan bu anlayış İslam’ın da, Müslümanların da başına beladır. Gruplar veya topluluklar üzerinde mutlak otorite tesis etmek için kullanılan tekfircilik aslında bu örgütlerin verdikleri iktidar mücadelesinin bir enstrümanıdır. Bu yüzden dini istismar eden örgütlerin ilk yok etmeye çalıştıkları hedefler yine Müslümanlar (özellikle dindar kitle üzerinde etkili olan kanaat önderleri) olmuştur.
İnsanları gavur, kâfir gibi etiketlemek bir aşırılık ve yobazlık halidir. Aslında insanların inancını, vatan sevgisini, namus anlayışını, kendince kutsal saydığı şeyleri ölçmeye kalkmak, onlar üzerinden tahkir ve tezyifte bulunmak kimsenin haddi olmamalıdır.
Türk siyasetinde bu aşırılığın ortaya çıktığı üç tür söylem var.
Birincisi, ‘din elden gidiyor’, ikincisi ‘vatan elden gidiyor’, üçüncüsü ‘rejim/laiklik elden gidiyor’…
Kendisini dinin sahibi gibi görenler başkalarını ‘kâfirlik’le, kendisini vatanın sahibi görenler başkasını ‘hainlik’le, kendisini rejimin/laikliğin sahibi görenler başkasını ‘gericilik ve yıkıcılık’la suçluyorlar.
Kendisini dinin, vatanın veya rejimin mutlak sahibi olarak görüp başkasının durumu hakkında hüküm verip tahkir ve tezyifte bulunmak dine de, vatana da, rejime de yapılabilecek en büyük kötülüktür.
Kimse kimseyi hain, dinsiz, kâfir, gerici şeklinde suçlayamaz, aşağılayamaz. Vatan sevgisinin de, dindarlığın da ölçüm aleti yoktur ve bu yetki kimseye verilmemiştir.
Terör örgütleri veya aşırılıktan beslenen ideolojik gruplar bu tür yakıştırmalar üzerinden fayda sağlamak isteyebilirler. Körü körüne inanmayı, sertlik ve rijitliği esas alan örgütler bu tür bir saldırganlık içine girebilirler. Ancak demokratik siyasete ve özgürlüklere inanan siyasetçilerin bu tür sorgulamalar ve suçlamalar içine girmesi son derece yanlış olur.
Siyasetçinin insanların imanını, vatan veya bayrak sevgisini, devlete bağlılığını test etme, yargıda bulunma, bunlar üzerinden hakaret etme gibi bir yetkisi ve hakkı yoktur.
Maalesef ihanet kavramı, siyasetçinin lügatinden bir türlü çıkamıyor. Ülke meseleleriyle ilgili hükümetin birçok politikasının bu tür yakıştırmalara maruz kalması üzücüdür.
Özellikle Kemal Kılıçdaroğlu“Sende namus, şeref, ahlak var mı”, “İnsanda biraz ahlak olur”, “Müslüman değilsin”türünden cümlelerle iktidara yüklenmekten, iman sorgulaması yapmaktan bir türlü vazgeçemiyor. Namus, şeref, iman, ahlak konusunda tahkir ve tezyif içeren ifadelerden kaçınmak gerekir.
Hem bu sorgulamaları yapıp hem de yaşam tarzı üzerinden polemikler üretmek ikiyüzlülükten başka bir anlam taşımaz.