Maçın özellikle ilk 15 dakikası; Başakşehir’in oyunu sahiplenişi, rakibi baskı altına alışı, kendine güveni, pozisyon üretme zenginliği çok üst düzeydeydi. Rakip bu süre içinde, kendi yarı alanından bile çıkamadı. Kaptan Emre de, neredeyse orta yuvarlaktan ve civarından hiç ayrılmadan; durduğu yerden adrese teslim olağanüstü paslar gönderiyor, takımını harika yönlendiriyordu. Zamanında Platini ya da Zidane neyse, o ustaların havasını taşıyordu. Keyfimiz yerindeydi.
Ama ilk 15 dakika tamamlandığında, ütünün fişi prizden çekilmiş gibi; Başakşehir aniden oyundan soğudu... Muhtemelen, “Biz bu takımı hamakta şekerleme yaparken bile yeneriz” kanısına vardığı için, maçı oluruna/akışına/kaderine terkettiler. Yoksa durup dururken mücadeleyi niye bıraksınlar.
O ana kadar “Ensesine vur lokmasını al” konumundaki kurban görünümlü Bulgar takımı; aynı anda kimlik/kalite/güç değişimine uğrayarak, Lukoki ve Paulo ile aslan parçası kesildi. Bizim bulduğumuz pozisyonlardan çok daha tehlikelisini ürettiler. Kalede Volkan’ın acil kurtarışları olmasa, devre arasına büyük acılarla girerdik. Şaşkındık!
***
Elia, yerdeki rakibinin suratına bilerek topuk darbesi vurunca; doğrudan kırmızı kart görmesi gerekirdi. Ucuz sıyırdı...Yoksa bir kişi eksik oynayacaktık. Hakemin şefkatli kolları bizi korudu.
Ama bu şefkat bile pek işe yaramadı. Çünkü Başakşehir kaşınıyordu... 3 puan değil, başına bela arıyordu. Neyse ki; maçın sonu yaklaştıkça, böyle isteksiz ve temposuz oynamanın bedelini düşünmeğe başladılar. Fakat o da sonuç vermiyordu. Çünkü zorakiydi...
***
Bereket versin, Ludogorest’in hepimizi telaşlandıran o ani parlayıcı anları, kısa sürdü. Sonrasında onlar da gevelemeye başladı. Futbol sıradan, anlamsız ve keyifsiz oldu. Başakşehir’e şaşırmamak elde değil.