Uluslararası sistem büyük bir değişim içinde. Küreselleşmenin toplumlar, bireyler ve devletler üzerinde yarattığı etkiden midir, yoksa liberal ekonomi ve siyasi modellerin gelişmeler karşısında yetersiz kalmasından mıdır bilinmez ama küresel sistemin giderek daha yaygın biçimde anti tezlerini ürettiğini gözlemek mümkün.
Küreselleşme baskısının ilk karşıt etkisi, serbest ticaret bölgeleri olmuştu. Hem küreselleşmenin nimetlerinin bir sonucu olarak bu süreçler çalışabilmiş, hem de küresel sistemin bir dizi rakip bahçelere bölünerek ayrışmasına yol açmıştı. Bu havzalar birbirleriyle iç içe geçmiş kümeler gibi bir dönüşüme uğrayabilseydi, muhtemelen gerçek küresel sistemden söz etmek daha kolay olurdu.
Piyasaların rakip alanlarla bölümlenmesi, geniş koruma bölgeleri yarattı, bu alandaki en özel örnek de AB oldu. Her bölgede, bu süreci taşıyan lokomotif, hatta bazen buyurucu ülkeler oldu ve yine her bir bölge bu korunaklı alanlarını belirli değerler sistemiyle donattı. Örneğin AB, evrensel hak ve özgürlüklere, Şanghay ise güvenlik önceliklerine dayandı. Kendi başına bir bölge olan Rusya ise bölgesini daha çok “ele geçirme” yöntemiyle oluşturdu.
İşbirliğinden çatışmacı rekabete
Küreselleşmenin yarattığı bölgeselleşme, giderek her bir bölgenin lideri durumundaki devletleri rakip hale getirdi. Bu rekabet sonucunda, bir yandan birbirlerinin bölgesinden oyuncu kapma bir yandan da hiçbir bölgeye dahil olmayan bölgeleri bir anlamda kendi kulübüne katma yarışı hızlandı.
Söz konusu yarış, dolaylı çatışma ve savaşlarla kimlik buldu. Kimi terörü kullandı, kimi vekalet savaşlarını, kimi de nükleer silah tehditlerini. Ancak bugün gelinen aşamada hemen tümünün yarattığı etki, benzer sonuçlar verdi. Küresel işbirliği önceliklerinin yerini, güvenlik öncelikli geçici ittifaklar aldı; yeraltı-yerüstü zenginliklerini paylaşma müzakereleri, serbest ticaret ve yatırım görüşmelerinin önüne geçti.
Güvenlik, sadece askeri düzeydeki güvenlik meselesi olmaktan çıktı; dolayısıyla toplumsal yaşamanın her alanı güvenlik konusuna dahil oldu. Ülkede yaygın olarak kullanılan lisanın bozulmasından tutun da, yöresel yemeklerin kime ait olduğu konusu bile güvenlik meselesi hale geldi.
Söz konusu süreç, dünya genelinde iki eğilimi tetikledi. Bunlardan biri, “biz” kimiz ve küresel sistemin içinde “biz” olarak ağırlığımız nasıl artabilir sorusuna verilen yanıtla ilgili. Diğeri ise “ben” kimim ve küresel sistemde kendi başıma da var olabilmemi ne sağlar sorusuyla bağlantılı.
‘Ben’, ‘Biz’ ve başkaları
“Biz kimiz” sorusuna verilen yanıtların genelindeki eğilimin “bizi” tanımlamaktan çok, “öteki”ni belirleme üzerinden geliştiği söylenebilir. Öteki, bize benzemeyen ve muhtemelen de tehlikeli ise “biz”i korumak ve koruyacaklara da güvenmek gerekir anlayışı yaygınlaştı. Söz konusu durumun giderek milliyetçi ve hatta ırkçı eğilimlerin yükselmesinde test edilmesi mümkün.
Öteki’ni kötüleyerek “bizi” var etmeye yönelik eğilimlerin giderek daha içe kapanan, sınırları sağlamlaştırıcı ve korumacı bir döneme işaret ettiği söylenmeli.
“Ben” sistemde nasıl var olabilirim sorusuna verilen yanıtlardan çıkan eğilim ise her bireyin kendisini ait hissettiği alt kültüre, yerele sığınması şeklinde. Hal böyle olunca, “ben”in “biz” ile “biz”in de küresel sistemle anlaşmazlık haline düşmesi kaçınılmaz oldu.
Küresel dönüşüm, “biz”in ulus-devlet içinde yeniden öne çıkması biçiminde. Bu da, hem “ben”i önemseyen liberal demokrasinin hem de “hepimiz” anlamına gelen küreselleşmenin önemli ve tehlikeli bir krizine işaret ediyor.