Bir yazarın bazı romanlarını sevmiş olmanız her romanını seveceğiniz anlamına gelmediği gibi, romanlarını ya da bizzat kendisini eleştirmeyeceğiniz anlamına da gelmiyor.
Türkiye’de böyle bir toptancılık, bir tür kolaycılık var ne yazık ki.
Ama yazarın kendisine ve sadık olmasını beklediğiniz edebiyata karşı sahteleştiğini görürseniz de bir vakitler okur olarak kendisine kredi verdiniz, çıkan her yeni kitabına pozitif önyargıyla yaklaştınız diye her şeyine kefil olacak değilsiniz.
Elif Şafak’la ve kitaplarıyla benim ilişkim tam da böyle gelişti.
İlk romanlarını sevmiştim. Baba ve Piç’i hem edebi açıdan sorunlu, inandırıcılıktan yoksun olduğu için, hem de Ermeni meselesi gibi uluslararası hesaplaşma alanına giren siyasi bir meseleyi sanki hakkaniyetle tartışıyormuş gibi yapıp kasten Türkiye aleyhine bir noktaya çektiği için eleştirdim. Sonrasında her yeni kitabını edebi eser değil ticari bir mal olarak pazarladığı, kendi okurunu bile popülerliğiyle taciz ettiği için arama mesafe koymuştum.
Ama kafamın tasını attıran “ürün” Siyah Süt oldu.
Yazar, kadınların yaşadığı özel bir durum üzerinden bir anlatı kuruyordu ama okurunu ucuz ve zevksiz bir zevzeklikle avutmaya, aslında aşağılamaya kalkıyordu ki –daha ilk yirmi sayfası falandı sanırım- tahammülüm tükendi, kitabı karşımdaki duvara fırlattım.
Bir daha da elime Elif Şafak almadım.
FETÖ’nün Doğan Medya Grubu’na GYY atadığı Eyüp Can ile evlenmiş, ismini pazarlamak için hamileyim diye göbeğini, yalnızım diye ağaçları kucaklamaya başlamış, sırf kitapları Batı pazarında kolay alıcı bulsun diye soy ismini İngilizce karaktere çevirerek kendine yabancılaşmanın zirvesine ulaşmıştı.
Mevlana’yı şezlong insanına pazarlarken ben artık dönüp bakmıyordum bile.
***
Piyasaya göre konu belirlemek, nabza göre roman yazmak, kapitalistlere mistisizm satmak yahut Nobel jürisinin dikkatini çekmek için ülkesine iftira atmak gibi gayri ahlaki durumlarla ilk kez karşılaşmıyoruz elbette.
Zaten Elif Shafak da biseksüel olduğunu ilan ettiği New York konuşmasında kendini pazarlama sınırlarını aşıp FETÖ tezlerine yaklaşarak karalıyor Türkiye’yi.
“Biseksüelim ama (Erdoğan Türkiye’sindeki) baskı nedeniyle korkumdan söyleyemedim” diyor özetle.
Türkiye’de cinsiyet değiştirip davul zurnayla evlenenler var, onlar toplumsal baskı görmüyor ama insan hakları, azınlık hakları üzerine güya kimsenin gösteremediği cesareti gösteren, insanlık adına derin acılar çeken fedakar Elif Shafak baskıdan konuşamıyor (!).
***
Ne tür bir sahtekarlık bu böyle.
Bu ülkede eşcinseller örgütleniyor, ramazanda şehir meydanlarında kışkırtıcı eylemler yapıyor ama toplum en fazla başını öte tarafa çeviriyor.
Nitekim Zeki Müren cinsel yönelimini söylememeyi tercih ettiği için bilmiyor gibi davrandı bu toplum on yıllar boyunca. Giydiği pullu payetli elbiselere, apartman topuklu ayakkabılara ve hatta mini eteğine, makyajına rağmen 1931 doğumlu Zeki Müren her zaman aile sanatçısı muamelesi gördü Türkiye’de.
Bülent Ersoykeza. Cinsiyet değiştirme operasyonu oldu, saçını uzatıp dekolte giydi, pembe kimliğini gururla salladı. Amerikalıların “our boys” dediği darbeci Kenan Evren dışında da kimseden baskı görmedi. Cinsiyet değiştirdi ismini değiştirmedi. Hayatını Türkiye’nin gözleri önünde yaşadı ama Shafak’ın yaptığını yapmadı.
Samimiyet ve cesaretten bahseden ve bu iddiayla kariyer yapan bir yazarın Bülent Ersoy kadar olamadığı ibretlik bir hadisedir bu yaşadığımız.
Eşcinsellerin sorunları var elbette. Bu konuda bir ikiyüzlülük de yok değil lakin yaşanan sorun, cinsel tercih sorunu olmaktan çok bir iffet/cinsel ahlak sorunu.
İsmet Özel’in bir cümlesini hatırlıyorum tam da burada; ahlakımızı sakınamadığınız hallerin değil yaptığımız seçimlerin belirlediğini anlatan:
“Tecavüze uğramış olmanız fahişe olmanızı gerektirmez”.