15 Temmuz’un dış ayağını, nedenini tarif edebiliyor muyuz? Evet. Kim? Genel olarak Batı, özel olarak ABD. İsrail de var. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın iddianamesinde somut bilgiler var ama ben dış ize ilişkin ilk karineyi, Hulusi Akar’ın başına silah dayayan FETÖ’cü “subayların”, “Kenan Evren olacak mısın” sorusunda görüyorum.
‘KENAN EVREN OLACAK MISIN?’
İlk bakışta Türkiye Cumhuriyeti’nin Devlet Başkanlığı›nı teklif eden bu tehdit, 15 Temmuz FETÖ’cü darbe girişiminin arkasında kimler olduğunu ihsas ettiriyor. Evren vurgusu, “our boys have done it” “müjdesinde” Amerika’yı işaret eder. Yani, “Bizim çocuklar”. Evren, “bizim çocuk»tu ve Akar’a bu soruluyordu; “Amerika’nın çocuğu olacak mısın”? Bize de, ABD, NATO, Batı olacak mısın diye soruyor.
Bu B planıydı. B planı FETÖ’ydü.Bu tez ABD/Batı’nın yeni planlar yapmayacağı anlamına gelmiyor. B Planı kullanıldı çünkü A planını Türkiye son 15 yılda peyderpey eritti. ABD tüm siyasi tarihi boyunca ilk kez iş üstündeyken yakalandı. Darbe girişimi sonrası, “ABD tarihi boyunca herhangi bir darbeyi desteklememiş ve organize etmemiştir” türünden şuur kayıplarına kadar sürüklendi. Bu “seri” aynı zamanda bir “yatırımdı”. Büyük kısmını elden çıkarmak zorunda kaldılar. Çünkü ABD/Batı Türkiye’yi kaybediyordu. Kabul edilemezdi, durdurulmalıydı.
DÜNYA 5’TEN BÜYÜKTÜR
15 Temmuz böyle geldi. Terörist başı Gülen’in kendi cümleleri; «Bu manada inanmış bir insanın batı veya ABD karşısında, onlarla entegrasyon karşısında, ABD ile entegrasyon karşısında olması katiyen düşünülemez».
Türkiye, son 15 yılda siyasi, askeri ve ekonomik bağımsızlığı elde etmenin eşiğine gelmişti. Üstelik Ankara’nın tarifine göre, ABD, AB veya tümden Batı’ya karşı değildi. Bu coğrafyalardan veya kim olursa olsun diğerlerinden gelebilecek “yönetme sömürme” emellerine karşıydı. Bunu bile kabul edemediler. Bunun siyasi mottosu da, “dünya 5’ten büyüktür”le izah edildi.
SAAT 23.00’TÜ VE TÜM CİZRE, HAKKARİ HALKI SOKAKTAYDI
Seküler dindar, Alevi Sünni, Türk Kürt her kesimden milletimiz sokakta idi. Cizre ve Hakkari gece 11.00’de sokakta idi. Ve demokrasi nöbetleri eksiksiz tutuldu. Hakeza bu toprakların esaslı bir unsuru olan kadim din toplulukları ve temsilcilikleri de milletimizin içinde/yanında yer aldı. Biz millet olarak kendimizi eleştirmeyi severiz. Ben o geceden beri milletimizin ve vatanımızın şahsı manevisi aleyhine konuşmadığım gibi konuşulmasına da izin vermiyorum. Bu millet, mensubu olmaktan gurur duyacağımız, asırlarca anlatılacak kıymetli bir duruş sergiledi. Arkadaşlara diyorum; sokakta kimseyle tartışmayın muhatabınız 15 Temmuz direnişçisi olabilir.
FETÖ LOBİSİ, FOBİ ÜRETTİ
FETÖ 20 yılı aşkındır tüm başkentlerde profesyonel bir lobicilik yürütüyor. Sözde Türkiye lobiciliği yapıyorken son 5 yılda Erdoğan’ın şahsında resmen vatan düşmanlığı yapar hale geldiler. Batı medyasındaki üretilmiş Erdoğan fobisinin altında onların imzası var. Bu algıyı yaratmakta Mavi Marmara ve Mit tırları gibi meselelerden faydalanıyorlar. Ama esas sermayeleri “Batı şımarıklığının” “sınır tanımayan bir Türk’e, bir Müslüman’a duydukları öfke. Bu, ideolojik ve sınıfsal ruh halinin üzerine özenle inşa ettikleri algıdan şimdi faydalanıyorlar. İlgisiz konularda Erdoğan’a dair bir tartışma yaratıp ürettikleri algıyı 15 Temmuz darbesinin meşruiyet sorununa bağlıyorlar. Maalesef başarılı olduklarını kabul etmek zorundayız. Bu mücadele devlet kurumları ile yürütülemez.
Yurtdışındaki nitelikli İnsan kaynağımızdan yeterince faydalanamıyoruz. Bir fizibilite yapıp onları vatan hizmetine katabilmeliyiz. Diğer husus, Türkiye’nin renklerini taşıyan oluşumların hükümetten bağımsız şekilde bu ülkenin lobiciliğine katkı vermesidir.
DEVLETİN, İŞGAL GİRİŞİMİNE İLK REFLEKSİ HUKUKİ OLDU
15 Temmuz 2017 darbe girişimi ile asıl niyetlerini daha da net belirten FETÖ ile mücadeleyi üç başlık altında ele alabiliriz, hukukî, siyasî ve toplumsal. Ancak burada önemli olan bir nokta hukuki mücadelenin nasıl algılandığı. Toplumsal algının aksine bu terör örgütüyle mücadelenin en hızlı başlayan boyutu hukukî mücadeleyi kapsamakta, keza darbe girişimi ile ilgili ilk soruşturma bazılarımızın tankla burun buruna geldiği o anlarda, 15 Temmuz gecesi 00:36’da Küçükçekmece Başsavcısı Ali Doğan tarafından başlatılmıştı.
Darbe girişimine iştirak eden askerlerin gördükleri yerde tutuklanacaklarının beyanı halkın bu darbe girişimine karşı koyduğu anlarda belirtilmişti. Burada önemli olan nokta, kendisine yönelik neredeyse “işgal” girişimi gerçekleştirmekte olan bir gruba karşı devlet refleksinin hukukî zeminde harekete geçmiş olmasıdır. Ancak daha sonrasında, FETÖ’nün parçalı yapısı, özellikle Anadolu’da neredeyse her aileye nüfuz etmiş olması ve bu tür büyük bir suçun bir dava altında görülememesi, davaların standart bir sürece tabi olmamasını doğurdu. Geçtiğimiz bir yıl FETÖ ile mücadele başlığı altında akla ilk gelen hukuki mücadeleler bu yüzden oldukça eleştirildi.
YARGIYA HAKSIZLIK YAPILMASIN
Bu eleştirilerin bazılarının iyi niyetle gerçekleştirdiğini bilmekle beraber içinden geçmekte olduğumuz sürecin “normal” olmadığını, dolayısıyla hukukî süreçlerin bu pürüzlü akışının doğal olduğunu düşünmekteyim. Hukukî mücadelede önemli olan ve FETÖ ile mücadelenin sulandırıldığı eleştirisini getiren hemen hemen tüm köşe yazarlarının atladığı bir süreç de hukukî mücadeleyi canla başla devam ettiren savcıların, hakimlerin varlığı.
Burada hukukî mücadelenin selahiyetinin bu mücadelenin ne kadar meşru algılandığı ve ilgili görevlilerin ne kadar toplumsal destek hissettiği ile de bağlantılı olduğu unutulmamalıdır. Siyasî mücadelenin özellikle 16 Nisan 2017 seçimlerini de kapsayan bir şekilde ve siyasetin doğası gereği daha sakin devam ettiği kanısındayım.
DARBECİ FETÖ İLE MÜCADELEYE AKADEMİ DE DAHİL OLMALI
Darbeye darbedir diyebilmek, FETÖ’nün iç ve dış tehdit yaratan bir terör örgütü olduğunu söylemek Türkiye’de siyasi tecrübeye sahip biri için niye zor olsun? Peki neden zorlanılıyor çünkü devletin en önemli görevi olan adaleti sağlama ve vatandaşını koruma görevlerini sekteye uğratan, hatta engel olan ama devletin gücünü ele geçirmek isteyen bir odaktan bahsediyoruz. Bu odak nasıl güçlendi denildiğinde, genellikle her bir vatandaşın günlük hayatı için çok önemli olan asker-polis-yargı üçlüsünden bahsediyoruz.
Çok önemliler çünkü siyasi, sosyal, ekonomik hayatımızın temelleri canımız, malımız, kimliğimizin güvenliği onlara emanet. Bu yüzden FETÖ karşıtı mücadelenin odağındalar. Bu noktada ben, akademinin bu üçayağa eklenmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Akademi güç elde etmek isteyen her odağın ve tabii FETÖ’nün, yargı kadar askeriye kadar ilgi gösterdiği bir yapı da gelmiştir.
MEŞRULAŞMA ALANI OLDU
Yıllarca sağduyulu bilim insanları; dil bile bilmeyenlerin, dil bilenlerin sırtını sıvazlayıp onların yazdıklarını kullananların, ders bile veremeyeceklerin, uluslararası niteliği belli olmayan, şaibeli hakem süreçleriyle uluslararası görünen yayınlarla faaliyet yapanların yükselmelerine şahit oldular ve bunu akademideki yozlaşmaya bağladılar. Şimdi arkadaki güç odakları daha net çünkü bilgi güçtür; çünkü akademide, sadece bilgiyi üretmez bir de daha iyi yaşamak için bilgi peşinde koşan gencecik beyinlere ulaşırsınız.
Bu nedenle akademi tehlikelerle karşı karşıya bırakılmayacak kadar önemlidir. Akademiden beslenen, kendi bilgisini meşrulaştıran FETÖ ile mücadelenin kararlı bir biçimde sürmesi için akademinin adının da asker, polis, yargı üçgenine beynimizde ve vicdanında eklenmesi gerekir.
KENDİMİZİ, HAKLILIĞIMIZI DIŞ DÜNYAYA NASIL ANLATACAĞIZ?
Şapkayı önümüze koyup kendimizi hesaba çekmek zorundayız. Kendi meselelerimizi, önceliklerimizi, haklı gerekçelerimizi ve kullandığımız metotların arka planlarını dışarıya anlatmak konusunda çok da başarılı olduğumuz söylenemez. Bilhassa Batı dünyasında Türkiye’ye karşı histeriye kadar varan ön yargı furyası, bizi derinden yaralayan olayların, örneğin terör saldırılarının bile Batı’da basit ve ilkesiz bir şekilde relative edilmesine yol açıyor. Bu durumda çözmekle uğraştığımız sorunlarla boğuşurken ya da kayıplarımızın yasını tutarken, Batılı müttefiklerimizin bizimle değil aynı duygu dünyasında buluşmak, ilkesel olarak bile tutarlı bir tutum sergilemekte zorlandığını sıkça görüyoruz.
POTANSİYELİMİZİ KULLANALIM
Bu durum, bu çifte standardı gözlemlediğimiz “dış dünya”ya kendimizi anlatmak konusunda bir isteksizlik ve hayal kırıklığı oluşturuyor. Fakat küsüp bir kenara çekilmek doğru değil. Haklı davamızı anlatmak konusunda biz kenara çekilirsek, kendi vahşet dünyalarını “masum muhalefet” olarak cicileştiren aktörlerin kamuoyunu domine etmesine izin vermiş oluruz. 15 Temmuz’un halkımız üzerindeki etkilerini, Fetö tehdidini dış dünyaya bıkmadan anlatmalıyız. Doğrunun kendinden ikna edici gerçeğinden hareketle ülkemizin terörle mücadeledeki kararlı tavrını sürekli anlatmalıyız.
Bunun için kullandığımız araçları, insan kaynaklarımızı ve yapılarımızı muhasebeye tabi tutmalıyız. Uluslararası arenadaki kurumsal kapasitemiz nedir, sivil diplomasi yeterliliğimiz nasıl artar, sunduğumuz veri ve retoriği nasıl daha fazla insana ulaştırabiliriz; bunları sormalı ve araçlarımızı geliştirmenin peşine düşmeliyiz.
Bugün yurt dışını Türkiye’ye, Türkiye’yi yurt dışına anlatacak basın organlarımız yeterli mi, kullandığımız dil, ülkemizin önceliklerinin nesnel bir şekilde anlaşılmasına hizmet ediyor mu; bu sorulara dair cevaplarımız, bizim FETÖ’yü ya da PKK’yı yurt dışına anlatma konusundaki yeterliliğimizi de ortaya koyacaktır.
RÖPORTAJIN TAMAMI İÇİN TIKLAYINIZ!