Kimine göre ‘batılılaşma paradigması’ fena halde çöktü, kimine göre ise ‘Avrupa Birliği paradigması’ fena halde çatırdıyor.
F. Başkaya Paradigma’nın İflası kitabında 19’uncu yüzyıldan itibaren batılılaşma ve çağdaşlaşma gibi kavramlar üzerine kurgulanan paradigmanın çöktüğünü, aslında bunun emperyalizmin sömürü düzenine hizmet eden bir kandırmaca olduğunu söylüyordu. İdris Küçükömer’e göre bu bir ‘yenilgi tuzağı’ydı…
Alain Touraine ise batı dünyasının dağıldığını söylüyor (Bugünün Dünyasını Anlamak İçin Yeni Bir Paradigma, Yapı Kredi Yayınları). Avrupa’da sosyolojinin baba isimlerinden olan Touraine’nin bu söylemi hamasi veya yüzeysel bir değerlendirmeye dayanmıyor. “Toplumsal olanın bozuluşunu izliyoruz” diyen Touraine, Machiavelli ile başlayıp Hobbes ve Rousseau’dan geçerek Tocqueville’e kadar süren toplumsaldan siyasala uzanan anlayışların geldiği aşamayı sorguluyor: “Toplumsal yaşamın toplumsal paradigmasının krize girip dağılması bir kaos üretti, bu kaosta hiçbir toplumsal ayara gelemeyen şiddet, savaş ve pazarların egemenliği vardı, bir de toplulukçulukların kimlik saplantısı.”
Aslında çöken modernizmin ta kendisi… 19’uncu yüzyılın sosyo-ekonomik, 20’nci yüzyılın sosyo-politik, 21’inci yüzyılın sosyo-kültürel kalıpları kimi zaman geleneği, kimi zaman komünizmi, kimi zaman dini anlayışları/alt kimlikleri bir tehlike olarak gösterdi. Ulus devletiyle, ulus üstü yapılanmalarıyla, ideolojik ve ekonomik dayatmalarıyla modernizmin dünyayı getirdiği nokta bir dağılma ve kaos izlenimi veriyor.
Batılılaşma, modernizm, AB bütünleşmesi bir paradigma şeklinde ortaya çıktı ama bu paradigma gelinen noktada ciddi bir sorgulamaya tabi tutuluyor.
Paradigma belli bir döneme damgasını vuran, temel kabulleri, bakış açılarını, sorun çözme yöntemlerini ortaya koyan felsefi ve teorik çerçeve, kurallar ve kuramlar manzumesidir. Kapsamlı ve köklü reçeteler, perspektifler, toplumsal/siyasal/ekonomik/bilimsel/sanatsal modeller öne süren paradigmalar elbette bir toplumsal kabule mazhar olduğu için genel bir doğru olarak algılanırlar. Ama paradigmaya dayanan kurallar, kuramlar, kurullar, siyasi ve sosyal mekanizmalar karşılaşılan sorunları çözemiyor, hatta sorun üretiyorsa orada halkın şüphesini ve kaygısını çeken bir durum var demektir.
AB’ye yönelik AK Partililerden yükselen eleştiriler taktik amaçlı, hamasi, duygusal gibi algılanıyor. Oysa biz başından bu yana Türkiye’yi içine almayan bir AB’nin küresel bir güç olamayacağını ve vizyoner duruş sergileyemeyeceğini söylüyoruz. (2004 çıkan 40 Yıllık Düş-AB’nin Siyasi Geleceği ve Türkiye başlıklı kitabımda Türkiye’nin üyeliğinin AB’ye jeopolitik ve siyasi katkı yapacağını, durağanlaşan Avrupa ekonomisine dinamizm katacağını, AB’nin çok kültürlü yapısını geliştireceğini yazmıştım). Gelinen noktada AB’nin dünya siyasetinde etkisi olan, bölgesel meselelerin halline çalışan bir vizyonu, etkisi, eylemi var mı? Kimilerine göre 21’inci yüzyılda Avrupa’nın en büyük iddiası İslam ve batı arasındaki çatışmayı aşmaktı. Türkiye’nin üyeliği sadece Türkiye-AB açısından değil, Avrupa’da yaşan Türkler ve Müslümanlar ile İslam dünyası açısından da sembolik önemdedir. Balkanlardan Kafkaslar’a ve Ortadoğu’ya kadar AB’nin siyasi nüfuzunu arttırabilmesinde Türkiye’nin oynayacağı rol hayati derece önemlidir. Maalesef Avrupa’da yükselen ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve fanatizm AB idealinin altını oyan bir etki yapıyor.
Touraine’e göre Avrupa’nın zayıflaması kendi geleceğine inanmıyor olmasından kaynaklanıyor ve Amerikalılar Avrupalıları ‘ne silahları, ne fikirleri, ne iradesi’ olan bir yapı olarak görüyorlar ve kale almıyorlar. Fikrin, iraden, askeri ve siyasi gücün yoksa nasıl kale alınacaksın?
Bu yüzden mesele bir Türkiye sorgulaması olmanın ötesinde bir AB sorgulamasıdır.