Merkel koalisyon ortağını ikna etmek için, mülteci politikasından geri adım attı. Muhafazakar Merkel’den daha muhafazakar olan İçişleri Bakanı, Almanya’nın daha fazla mülteci kabul etmemesini, daha önceden kabul ettiklerini de geri göndermeyi istiyordu. Merkel, önceden gelenlerin gönderilmesine engel olarak koalisyon ortağının istifa şantajına boyun eğdi. Eğer direnseydi, iktidar düşecek ve hükümet krizi ortaya çıkacaktı.
Mülteci ve sığınmacılar konusu, sadece Almanya’da değil tüm Avrupa’da siyasi krizlere neden oluyor. Kabaca ifade etmek gerekirse, mülteci ve sığınmacılara sert duvarlar çekildiğinde, Avrupa “insani” değerlerden uzaklaşıyor, kabul edildiğinde ise ekonomik ve sosyal bir maliyet oluşuyor. Üstelik “yabancı” sayısı çoğaldıkça, ırkçılık da yükseliyor.
Her bir ülkenin mülteci ve sığınmacılarla ilgili sorunları farklı. Bu farklılık AB içinde de büyük anlaşmazlıklara yol açıyor.
Mülteciler, dalgalarla boğuşarak AB’nin Akdeniz’deki ülkelerine ulaşıyorlar. İnsanların karaya çıkmasına engel olunduğunda ise tüm maliyet o ülkeye yıkılıyor.
Avrupa’nın krizi
AB güneyine ayak basanlar, bu ülkelerin de teşvikiyle Kuzey’e gidiyorlar. Kuzey ülkeleri, gelenlerin İtalya ya da Yunanistan’da kalmalarını istiyor ama maliyeti de paylaşmak istemiyorlar.
AB’nin mülteciler konulu bir zirve gerçekleştirmiş olmasının nedeni de bu. Zirvede Merkel, “Bu Avrupa’nın sınavı” dedi; herkesi ikna etmeye çalıştı. İtalya, maliyetin paylaşılması konusunda bir miktar kazanım sağladı. Ancak ne üye ülkeler ne de AB, mülteciler konusunda sürdürülebilir ve kalıcı bir karar alamadılar.
Söz konusu durum, Avrupa ülkelerine gelenler konusunun her daim yeni krizler yaratma ihtimaline karşılık geliyor. Bazı yerlerde yokluk, yoksulluk, anti demokratik ortamlar ve çatışmalar; öteki tarafta ise istikrar, demokrasi ve bolluk oldukça insanların cazibe alanlarına doğru gitmesi kaçınılmaz oluyor. Cazibe merkezleri kapılarını ne kadar kaparlarsa kapasınlar, akınlara tümüyle engel olma imkanına sahip değiller. Üstelik sorumlulukları da var. Zira bu akınlara yol açan koşullar onların eseri.
Avrupa’nın yarattığı kriz
Suriye kriziyle AB’ye olan özel göç dalgası dışında, aslında Avrupa’ya en büyük baskı her yıl artarak Afrika’dan geliyor. Geçmiş dönemlerde İspanya Fas’la, Fransa Cezayir ve Tunus’la, İtalya da Libya ile olan özel ilişkileri yoluyla bu akınların kısmen denetim altında tutulmasını başarıyorlardı.
Arap Baharı’nı ne tür bir gelişme olarak algıladılar bilinmez ama özellikle Libya’da bir Avrupa fırsatçılığı yaşandığı söylenebilir. İç savaş çıkarken ülkenin yeraltı zenginliklerine doğrudan ulaşıp Kaddafi’yi aradan çıkarma peşine düştüler. NATO’yu da devreye sokup ülkeyi adeta iki egemenlik alanına böldüler; bu arada Kaddafi’yi de alaşağı ettiler.
Ne Esad, ne Kaddafi ne de Hüsnü Mübarek makbul yöneticiler olarak anılabilir. Ülkelerini despotlukla yönettiler ve tam da bunun için ayaklanmalar ve iç savaşlar yaşandı. Ancak özellikle Kaddafi’nin önemli bir misyonu vardı. O, Afrika’dan Avrupa’ya olan göçü tutmayı beceren biriydi. Gayet tabi sıklıkla “güneyden gelenleri tutmam” diye şantaj yapıyordu ama genelde sorun anlaşmayla çözülüyordu. Kaddafi’yi bertaraf eden Avrupa, aslında göç akının tıpasını çıkardı, şimdi ne yapacağız diye düşünüyor.
Avrupa vizyon oluşturamadıkça, sorunları büyüyecek. Belki de içeriden bulamadıkları vizyon, bir aday ülkede, Türkiye’de geliştirilip Avrupa’ya sunulabilir. Hatta belki de tam zamanıdır.