Hollanda ile yaşanan gerilim sürecinde bana en çarpıcı gelen sözü, orada yaşayan bir “Gurbetçimiz” söylemiş. Dün Vatan'dan Murat Çelik'in sütununda okudum. Türk ve Hollandalı yöneticilere sesleniyor:
“Kötü boşanmış anne babalar gibisiniz. Türkiye babamız, Hollanda annemiz. Baba seni çok seviyoruz ama annemizin yanında yaşıyoruz. Sizin bu kavganız bizi mutsuz ediyor.”
Kötü boşanmış anne-babaların çocuklarının o perişan duygu dünyasını ne kadar güzel anlatıyor ve Avrupa'da yaşayan vatandaşlarımızın duygu dünyasını tanımlama noktasında nasıl çarpıcı bir kıyaslama yapıyor.
Diğer problem alanlarını bir kenara bırakalım:
- AB ile ilişkilerdeki sıkıntılar. Askıdaki fasıllar, bir türlü ilerlemeyen tam üyelik müzakereleri, ayak sürümeler, Kıbrıs – Rum meselesindeki bilek bükmeler vs.
- Mülteci sorunu ile bağlantılı konular: Geri dönüş anlaşması, vize sorunu, terörle mücadeleye yönelik gerilimler, mülteci fonu konusunda gönülsüz katkılar vs.
- Türkiye – AB ülkeleri arasındaki ekonomik ilişkilerin boyutu ve onun göreceği zarar.
- NATO müttefiki olmaktan doğan taahhütlerin yer yer anlamsızlaşması.
Bunların her biri, tıpkı ABD ile olduğu gibi özel bir Türkiye – AB masası kurulmasını zaruri kılıyor.
Ama “Avrupa'daki vatandaşlarımız” konusu, bambaşka bir insani boyutu gündeme taşıyor ve bizim onu önemsememiz gerekiyor.
- Onlar orada kalmalı mı? Sanırım bunu hem devlet olarak biz istiyoruz, hem de onlar, oralarda kalmayı istiyorlar. Birinci ikinci nesil bile istiyor, üçüncü, dördüncü nesil ise, Türkiye'ye ancak kısa süre olarak gelmeyi, onun dışında Avrupa'da yaşamayı istiyor.
- Onların orada kalması, -gelmek istemeyişleri bir yana- devlet olarak da arzulanan bir durumdur. Avrupa'da 4-5 milyon Türkiyeli demek, bir diaspora zenginliği demektir. Bütün ülkeler, dünyanın farklı yerlerindeki kendi vatandaşlarını ya da aidiyet yakınlığı bulunan toplulukları, oradaki güçleri ya da iki ülke arasındaki dostluk halkası olarak görürler. Bu da her ülke için öncelikli olan “Dostları artırma” politikasının tabii uzantısıdır.
- Onlar orada kalacaklar. O zaman “Nasıl kalsınlar?” sorusu hemen önümüze çıkıyor. Bir kere “Kalsınlar ve en iyi şartlarda kalsınlar” gibi bir cümle, sanırım herkesin içinden geçen cümledir. “İyi şartlar” deyince de, “iyi eğitim, ekonomik güç, entelektüel birikim, siyasi etki, müessir sivil toplum yapıları, kendi içinde ahenkli ilişki ve içinde yaşadıkları çoğunluk toplumla sağlıklı entegrasyon...” gibi başlıklar açılabilir.
- Elbette“asimile olmaları” yani kimlik kaybına uğramaları, başkalaşmaları, kendi ülkelerinden – kültürlerinden bütün bütün kopmaları ve sürekli öteki ile problem yaşamaları istenmez. Bunlar, baskılanmak anlamına gelir ve hayatı çekilmez hale getirir.
- Türkiye olarak, “Gurbetçi” diye nitelediğimiz insanlarımızın Avrupa'daki konumlarını dikkate alan bir stratejik değerlendirmemiz olmalı, diye düşünüyorum. “Stratejik değerlendirme” ifadesini seçmem, bazı şeyleri güncel tansiyondan korumak gibi bir hassasiyetin altını çizmek içindir. Ülkeler arası ilişkilerin inişli-çıkışlı olması tabiidir. Sonuçta “çıkarlar” ekseninde olumlu-olumsuz ilişkiler olabilir. Böyle durumlarda dahi, “korunaklı, gözetilen” bir alan olmalı “Oradakiler” bana göre. Evet, o kötü ayrılmış anne-babanın “kötü ilişkileri” nasıl, anne veya babanın yanındaki çocuğun ruh dünyasını törpülüyorsa, “Gönlü” burada, ama “Geçimi” oradaki gurbetçi vatandaşımız da böyle bir iç gerilimi yaşayacaktır. “Güncel kavga” içinde onların nasıl bir rol oynayacağını planlamamalıyız. Belki orada, kendini yetiştirmiş ama “Gönlü ülkesinden kopmamış” bir insan, 20 yıl sonra size bir sevgi hamlesi yapacak. Üstelik içinde yaşadığı ülke adına. Diaspora o demek. Türkiye belki bunu, sadece Avrupa'daki Türkiyeliler bakımından değil, 25-30 milyon civarında olduğu tahmin edilen Müslüman topluluklar için de dikkate almalı.
Bence “Hollanda annemiz” diyen başkalaşmış sayılmamalı.