Siyaset yapmak ya da siyaset üretmek denildiğinde akla ilk gelen ve bu türünün hemen öne çıkan en parlak klişesi,“öngörü” denilen meziyet ya da sanata yapılan abartılı atıftır. Siyaset biliminin köklü geleneklerini rehber edinmiş her ciddi siyaset bilimi okulunda duvara asılı olan şu levha hemen göze çarpar; “gelecek bilinemez ama aynı gelecek öngörülebilir.’’ Siyaseti el falından ya da rüya tabirlerinden ayıran nitelik de geleceği en az bugün gibi kesinliğe yakın bir isabetle öngören parametrelere sahip olmasıdır. Gelecek, bugünün kesin verileriyle bilinmeye bir adım mesafede durur. Onu gerçekleşmeden bilinir kılan da ona dair verilerin doğru tasnifi ve doğru analizidir.
Ama anlaşılan o ki, Türkiye’de işler böyle yürümüyor. Türkiye’de ne olaylara ne de olgulara dair veriler doğru dürüst toplanıyor; ne tasnif işlemleri belli bağlamlar içinde yapılıyor ve ne de bu analiz verileri gerçeklerin yakıcı masasında doğruluk ve dayanıklılık testinden geçiyor. Durum böyle olunca, haliyle “ham ve eksik bilgiden” öngörü de çıkmıyor.
Bu işte bir eksiklik, bir tuhaflık ya da inanılması çok güç olan “zarif bir saflık’’ var; şöyle düşünün, toplumun neredeyse yarısına yakının iradesini şekillendiren ve bu iradeyi sandık başında rızaya dönüştürüp, her seferinde seçim zaferleriyle taçlandıran siyasi akıl, nasıl oluyor da yürütmenin siyasi faaliyetlerinde bu kadar zaaf gösterebiliyor? Söz gelimi Roboski hadisesinde kurulan tuzağı görmüyor ve bu olayın bütün siyasi sonuçlarını göğüslemek zorunda kalıyor? Başka alanlarda parlak başarıların altına imza atan aynı akıl, misal, 2014’de DAEŞ’in Musul’a girişiyle konsolosluk baskını ve Konsolosla birlikte bütün çalışanlarının rehin alınabilme ihtimalini es geçebiliyor?
İnsanın bazen gördüklerine, duyduklarına ve hatta bizzat içinde olup yaşadıklarına inanası gelmiyor. Kimi olaylar gerçekleştikten sonra, bu hadisenin bilgisine önceden nasıl ulaşılmaz, bu hadise adeta geliyorum diyor, durum bu kadar açıkken nasıl olur da hiç kimsede en küçük öngörü emaresine rastlanmaz? Aklıma geldikçe söylüyorum, mesela Kobanê meselesinde zafer neden sadece PYD/YPG’ye bırakıldı? Erbil’den gelip Kobanê’ye geçişlerine izin verilen Pêşmerge’ye neden üç beş tank ve topla birlikte eşlik edilmedi? Oysa dünya alem çok iyi biliyor ki, Türkiye Pêşmergelerin geçişine izin vermeseydi, şimdi, bugün bile, Kobanê belki de hala DAEŞ’in kontrolünde olurdu. Nedenleri, doğabilecek olası, bütün sonuçlarıyla birlikte düşünmek ve ona göre cesurca pozisyon almak bu kadar zor mu?
Basit hadiselerden söz ettiğimi sanmayın. Bu hadisler birikip, Türkiye’nin kaderinde ciddi rol oynadılar ve hala oynamaya devam ediyorlar. Ama aynı öngörüsüzlük, hızından hiçbir şey kaybetmeden varlığını sürdürüyor ve korkarım ki ortaya çıkacak maliyet bir gün taşınamaz hale gelebilir.
1-Türkiye tarihinin en önemli siyasi projesini hayata geçirmeye çalışarak son 40 yıllık iç şiddet ve terörizmi sonlandırmak amacıyla dev bir adım attı. Bu dev adımın başarılı olması için PKK ile Oslo dahil bir çok yerde bir çok görüşme yaptı. Siyasi iktidar bu sorunu çözmek amacıyla geleceğini riske edip büyük bir siyasi kararlılık gösterirken, devletin içine çöreklenmiş FETÖ yapılanması bu süreci bertaraf etmek için elinden geleni ardına koymadı. Üstelik bununla yetinmeyip, 7 şubat 2012’de MİT Müsteşarını gözaltına almaya çalıştı. Ama ne tuhaftır ki, ne MİT ne de siyaset bu zehirli sarmaşık örgütü fark etmiyor ve en acınası durum da şu, o ana kadar yani müsteşar ifadeye çağırılana kadar istihbarat ve siyaset bundan habersiz.
2-Aynı FETÖ yapılanması 17-25 Aralık için bir yıl önceden hazırlık yapmaya başlıyor. Bu hazırlığın ilk planlanmış adımı olarak da, MİT Müsteşarı üstünden Başbakana ulaşmayı ve onu yargı karşısına çıkarmayı tasarlıyor. Ülkenin Başbakanını yargılama gibi vahim bir hamle yaparken, bu ülkenin siyaseti ve istihbaratı, sadece olay gerçekleştiğinde önlem almaya çalışıyor. Üstelik alınan bütün önlemler, sadece bu olay ve sonuçlarıyla sınırlandırıldığı için 17-25 Aralık operasyonları gerçekleşiyor. MİT Müsteşarını ifadeye çağıran irade o kadar hafife alınıyor ki, bundan çok ciddi bir tehdit ve tehlike çıkabileceğine hiç kimse ihtimal vermiyor. Çok belli ki FETÖ bir örgüt olarak değerlendirilmemiş, bu yapı, en ince ayrıntısına kadar analiz edilmemiş.
3-Çözüm süreci gibi tarihi bir stratejiyi boğmak için şehirlere tonlarca bomba adeta balık istifi gibi yığdırıldı. Binlerce silah sevkiyatı yapıldı ve her yerde hendekler kazıldı. Ama ne istihbarat bilgi alıp veriyordu, ne de siyaset bunun önlemini alacak öngörüyü hayata geçiriyordu. Sonuç şehirlerin yıkılması binlerce ölü ve yüzbinlerce göç.
4-Eğer 15 Temmuz günü saat 15 'de bir binbaşı gelip ihbar etmese, tarihimizin en kanlı ve acımasız darbesi gerçekleşecekti. Türkiye bir iç savaşa sürüklenecek ve yine baş rollerde FETÖ olacaktı. Ama en ilginç olanı ise herkesin bildiği darbe örgütlenmesini eğer binbaşı ihbar etmese kimse bilmeyecekti. Bir darbe organize ediliyor, ama ne istihbarat bu kadar geniş kadronun organize ettiği darbeyi öğreniyor ne de siyaset bu örgütlenmeyi engelleyecek stratejik öngörüleri hayata geçiriyor.
5-Türkiye’yi kıskaca alan Reza Zarrab olayında da görüldüğü gibi bu adamın elini kolunu sallayarak ABD’ye gitmesine kimse engel olmuyor; bu yetmezmiş gibi Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla’nın gitmesi de engellenemiyor..
İnanılır gibi değil ..