Dört günde altı şehri kapsayan yoğun bir geziydi.
15-20 yıl önce bu bölgeye yapılan gezilerde sadece “kardeşlik” mesajları verilir, durum idare edilirdi.
Çünkü bu tarafta batıya ram olmuş, siyah köpekleri özellikle “Arap Arap” diye çağırtan bir Türkiye, öbür tarafta ise sömürgeci batının etkisiyle Türkiye’yi “düşman” gören bir Arap dünyası vardı.
Basit bir örnek…
Yaklaşık 20 yıl önce ziyaret ettiğim Cidde başkonsolosluğumuzda üst düzey görevli bir hanımefendi, yarım saatlik ziyaretim süresince esir gibi yaşadığından; feracesiz dışarı çıkamadığından dert yanmıştı.
Böyle birisi, bırakın Araplarla ilişkileri geliştirmeyi, ülkeye girişte problem yaşayan Türk hacılara bile yardımcı olmaz.
Oysa şimdiki Basın Ataşesi Bahattin Akyön, “edeb şehri”nde Allah’ın bir lütfu” olarak gördüğü hacılarımıza hizmet için kendini parçalıyor. Akıcı Arapçası bir tarafa o bölge insanı ile aynı değerleri paylaşıyor, aynı dili konuşuyor.
Rahmetli Özal ile başlayan bu anlayış dönüşümü, Sayın Erdoğan ile sahaya yansıdı..
Bu dönüşüm nasıl oldu?
Artık, doğuya sırtımızı dönmekle batıya yaranamayacağımızı, tam aksine; İslam dünyası ile ilişkilerimiz güçlendikçe batıda da itibarımızın artacağını öğrendik.
Bahsettiğimiz şey aslında bir dış politika reformu filan değil, sadece normalleşmedir.
Bu da devletin zirvesindeki normalleşmenin bir sonucudur.
Eskiden bazı siyasi liderler kendisini laikliğin bekçisi ilan ederken, Silahlı Kuvvetler ise ülkeyi düşmanlardan değil, dindarlardan korumaya çalışıyordu!
O rejim tacirlerinin kenara çekilmesiyle, böyle bir tehlike olmadığı, dindarların da en az onlar kadar cumhuriyetçi olduğu ortaya çıktı.
Bu tecrübe, bahsettiğimiz değerli normalleşmenin en büyük motivasyon kaynağı oldu.
Artık devlet ve millet kucaklaşarak tek vücut halinde dış tehditlere karşı durabiliyor, güçlü Türkiye için çaba harcayabiliyor.
En büyük değişimi Mekke’de gördük
Gezideki şu ayrıntıdan bahsetmeyecektim ama gün boyu TV ekranlarında izlediğim için fikrimi değiştirdim.
Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan da kafiledeydi.
Ravza-i Mutahhara’da birlikte namaz kıldık, el açıp yalvardık. Kabe’yi birlikte tavaf ettik, Safa ile Merve arasında birlikte gidip geldik, duaları birlikte tekrarladık.
Aslında bu, bana göre burada zikretmeye bile gerek olmayan bir ayrıntıdır.
Bu kişilerin de her Müslüman gibi ibadetini yapmasından daha normal ne olabilir?
Anormal olan şu ki, bu durum “Eski Türkiye”de, büyük bir suç hatta ihanet gibi algılanıyordu.
Rejim bekçileri ayağa kalkardı, ülkede yer yerinden oynardı.
Sanki Genelkurmay Başkanı Kabe duvarında değil, Ağlama Duvarı’nda görüntülendi.
***
Tabii ki önemli olan, bu değerli normalleşmenin, “konjonktüre dayalı bir davranış” olarak kalmayıp, kurumsallaşmasıdır.
Genelkurmay başkanlarına umre zorunluluğundan filan bahsetmiyorum. Sadece, namaz kılanlar, rejim düşmanı gibi görülmesin diyorum.
Evet diyelim, tescilleyelim…
İşte bu değerli normalleşmenin kalıcı olması için “tescillenmesi” gerekir.
Bu referandum ile Türk milleti ilk defa haklarını tescil etme fırsatını yakalamıştır.
Maddelerin ayrıntılarından ziyade, sistemin değişiyor olması ve vesayet düzeninin son bulması önemlidir.
Geçmişte yaşadıklarımızı unutarak, fiiliyattaki bu normalleşmenin hep böyle devam edeceğini zannetmek, bedeli çok ağır bir gaflet demektir.
Çünkü, şeytan önce unutturur, sonra yanıltır.