Yedi yaşıma henüz girmiştim.
Okulların başlamasına birkaç ay vardı.
Adını gururla taşıdığım merhum dedem Mustafa Kaptan, rutin ‘çarşıya iniş’lerinde beni yanına alır, o günlerin Çayeli’sinde önüne kayıkların çekildiği ‘yalı kahvesi’nde ak sakallı yaşıtlarıyla kahvesini içerken ben hem onları hem balıkçıları izlerdim.
Denizden henüz gelen rahmetli Hamaloğlu Sabri’nin balıkları çıkarmak için gerdiği ağın içinden geçen rüzgarın yaydığı o ‘burnunuza değmezse tahayyül edilemeyecek’ kokuyu hala hissederim.
Dedemin, sakalını tararken bana dönüp, aksanıyla “Beyaz sakal tariyasun” demesinden olmalı, o gün ben de “Beyaz sakal tarama yaşına gelirsem ne yaparım” diye düşünmüştüm.
Dedem ya denize çıkıyor ya çayla ilgileniyor ya da koruluklarda odun kesiyor, yerlerine fidan dikiyor; ama mutlaka ‘bir işin ucundan tutabiliyor’du.
Öyle bir yaşlılık lazımdı.
Ama ya sağlık el vermezse?
Hastalık, kaza, düşkünlük…
O yaşımda aklıma gelebilecek bütün ihtimalleri tartarak, “İki parmak ve bir göz sağlam kalsa ne yapabilirim”e kadar geldim.
Sonrasına aklım ermedi…
***
Cevabı 10 yıl sonra, lise son sınıfta bir arkadaşım, “Üniversite tercihlerini yaptın mı, ne düşünüyorsun” diye sorduğunda karşıma çıktı.
80’lerin ortasında önce tercihleri yapar, sonra o yıllardaki adıyla ÖSS’ye girilirdi.
Sonra o kadar değişti ki, takip edemedim!
“Bilmiyorum” dedim, “Sen?”
“Gazetecilik” dedi.
İki parmak ve bir gözle bile kalsam, hayatımın sonuna kadar yapabileceğim şey buydu: Yazmak ve fotoğraf çekebilmek…
Cevap buydu.
O yüzden o dönemki adıyla Basın Yayın tercihi yaptım.
İlgilileri hatırlar, 1986’da Ana Britannica ansiklopedisi fasikül halinde yayınlanmaya başladı.
Kadıköy’den Beyazıt’taki okula giderken iskelede alır, vapurda gazete ve mizah dergileri arasında okurdum.
Onunla Dustin Hoffman maddesinde tanıştım.
‘Küçük Dev Adam’ın hayat hikayesinde, balerin eşinin prova yaptığı sahnede, yüksekten çekilmiş bir fotoğrafı kullanılmıştı.
Yanında ‘Ara Güler’ yazıyordu.
İşlerinden, röportajlarından tanıdım, sonra tanıştım.
Bu hikayemi anlattım, o fotoğrafın bir kopyasını aldım…
Dün dünyadan usta bir foto muhabiri eksildi.
Bizim hayatımızdan da.
Unutulmaz fotoğraflar bıraktı.
Unutulmaması gereken hikayeler de.
Biri benim için ayrıca önemli.
Gezi olayları sonrasıydı.
İstanbul’da komşuyduk, evinde ziyaret etmiştim.
Olaylar hakkında konuşurken, ‘entelektüel sığlık’tan şikayet etti.
Ve şunu anlattı:
“Fransız gazetesinden röportaj istediler. Bir kız çocuğu göndermişler. (Sorularından dersine çalışmadığı anlaşılan genç muhabirler için kullandığı bir ifadeydi bu.) Bana diyor ki, ‘Burada bir azınlık mensubu olarak nasıl hissediyorsunuz?’ Ne azınlığı ulan! Ben buradaydım, herkes sonradan geldi. Osmanlı imparatorluktu, imparatorluk. Sen imparatorluğun ne olduğunu bilir misin?”
İmparatorluk, her aidiyetten toplumların güven içinde kendini ‘ait hissettiği’ yapılanmanın adıdır.
O, ben, siz okuyucular ve bu yazıyı okumayanlar, hepimiz bu topraklara, bu ülkeye ve birbirimize aitiz.
Bu aidiyetin bir temsilcisi canlı kanlı olarak aramızda değil ama ruh olarak bizimle kalmalı.
Biz iyi bilirdik, Allah da rahmetiyle muamele etsin.