NATO, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nden gelecek tehdide karşı kurulmuştu. SSCB de buna karşı Varşova Paktı’nı kurmuştu.
NATO’ya 1952'de üye olan Türkiye, iki ittifakın sınırında olması nedeniyle hep ‘güçler savaşı’nın ortasında kaldı.
Ekonomik ve insan kaynaklarını, siyasi enerjisini iki blokun tetiklediği askeri harcamalar ve ideolojik çatışmalarla tüketti.
Elbette kazançları da var.
Ancak ödediği bedele karşılık aldığı ‘güvence’ ne kadar orantılı oldu?
NATO’nun 5. maddesi ‘silahlı bir saldırıya uğrayan herhangi bir üye ülkeye müttefiklerin yardım etmelerini’ öngörür.
Ancak operasyon tarihinde sadece bu neden yok.
- 1991-92’de Irak’ın Kuveyt’i işgali ve 2003’te bu kez ABD ve müttefiklerinin Irak’ı işgali sırasında NATO imkanları da kullanıldı. Türkiye de keşif amaçlı üs desteği verdi.
- Bosna ve Kosova’daki iç savaşa müdahale, Libya’da uçuşa yasak bölge oluşturulması gibi operasyonlar, üye bir ülkeye saldırı olmaksızın yapıldı.
- Bunlara, uluslararası korsanlığın önlenmesine dair operasyonları da ekleyelim.
Türkiye’nin NATO’ya ihtiyaç duyduğu iki durum oldu bugüne kadar.
- 1974'te Kıbrıs Türkleri’ne yönelik katliamı durdurmak için çaba göstermedi. Aksine Türkiye’ye ambargo uyguladı.
- 2012'de Suriye İç Savaşı sırasında silahsız bir Türk F-4 keşif jetinin düşürülmesi ve DEAŞ terör örgütü tarafından Türkiye’ye füzeli saldırılardan sonra NATO ‘toplantıya çağrıldı’ ve Türkiye’de Patriot füze savunma sistemi yerleştirildi; ancak kısa sürede geri çekildi.
Türkiye bugüne kadar bir 'Sovyet saldırısı' ile karşı karşıya kalmadı.
İdeolojik çatışmalarla, kötü yönetimlerle, darbelerle, terörle karşı karşıya kaldı.
Hiçbirinde de ‘müttefik ülke demokrasisi’nin desteklenmesi yönünde bir katkısı olmadı NATO ve müttefiklerinin.
Aksine, iç çatışmalarda daha kutuplaştırıcı, demokratik siyasi iradeyi zayıflatıcı, darbeleri destekleyici, terörle mücadelede terörden çok ‘müttefik’in mücadele yöntemlerini sorgulayıcı tavır aldı.
Türkiye 15 yıldır iç siyasi ve ekonomik istikrarını, askeri vesayete karşı siyasi iradenin otoritesini ‘bunlara rağmen’ kazandı; terörle mücadelesini de yine ‘rağmen’ yürüttü, yürütüyor.
Ve yine bütün bunlara rağmen NATO ittifakını ve müttefiklerini ‘reddetmeyi’ düşünmedi.
Hala ittifaka önem veriyor, reformdan geçmesi gerektiğini düşünüyor.
Ancak ‘sorguluyor’ da...
Zira, terör örgütü FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişiminden sonra tek bir müttefik ülkenin lideri Ankara’ya gelmedi.
NATO ve müttefik ülkeler ya bir açıklama ya telefon ya da daha utanç verici şekilde ‘Twitter’ mesajıyla ‘tepki’ gösterdi!
NATO Genel Sekreteri, ancak iki ay sonra Ankara’ya geldi.
Üstelik, darbeye kalkışanlar NATO üyesi bir ordunun askerleriyken!
Şimdi bu sorgulamayı daha da derinleştiren bir durum var.
Bir NATO üyesi ülkede iç savaşa yol açacak darbe girişimi olmuş; darbeye karışan veya karıştığı ihtimali yargı tarafından tespit edilmesi gereken askerler, başka NATO üyesi ülkelere sığınmış.
Ve ‘müttefikler’, bu askerleri Türkiye’ye iade etmiyor.
NATO da bunların iadesi ve yargılanması için inisiyatif almıyor.
Üstelik bu askerlerin çoğu, yine FETÖ üyeliğinden aranırken bu ülkelere kaçan yargı ve emniyet mensuplarıyla, gazete çalışanlarıyla aynı yerlerde, hatta aynı evlerde yaşıyorlar!
Darbecilik ve en hafifinden işbirlikçilik için başkaca kanıta gerek var mı?
Darbeci askerlerin NATO ve ‘müttefikler’ tarafından, bir başka müttefike karşı ‘korumaya’ alınması, üye ülkelerde NATO destekli darbelerin ‘meşru’ görüldüğü anlamına gelir.
Bu da NATO’nun ve ‘ittifak’ anlayışının koca bir ‘yalan’ olduğunu gösterir.
Ve NATO’nun ‘gladyo’, ‘cunta’ ve ‘darbe’ gibi ‘terör’e eşdeğer kavramlarla birlikte anılması bir ‘komplo teorisi’ olmaktan çıkar.
Türkiye sabırla bekliyor…