Gezi Parkı provokatörü Can Dündar hakkında yakalama kararı çıkarılmış.
Kendisi şu anda “Batılı istihbarat örgütlerinin mihmandarlığında” Avrupa başkentlerinde dolaştırılıyor.
Ülkesini kötülemesi karşılığında verilmiş “barınma” imkânını kullandığı için (bir diğer ifadeyle Amerikan bayrağını yorgan yapıp uyuduğu için), ele geçirilmesi zor görünüyor...
MİT bir güzellik yapıp, işi “paket-posta servisine” havale eder mi bilmem.
Bu da oldukça zor görünüyor.
BND’sinden CIA’sına, MOSSAD’ından FETÖ’süne, etrafında ciddi bir koruma kalkanı var.
Dolayısıyla, yeni edindiği “Gezi sanığı” unvanı, mevcut unvanlarını zenginleştirmekten öte bir işe yaramayacaktır. Yargı da, boşa kürek çekmiş olacaktır.
Fakat ortada Türk entelijansiyasını da yakından ilgilendiren bir durum var.
Bunu konuşmak zorundayız.
Hatırlayalım:
MİT TIR’ları kumpasının velut gazetecisi Can Dündar, sorgusu sırasında, savcının “Bu silahların DEAŞ örgütüne gönderildiğine dair elinizde bilgi var mı?” sorusuna, “Hayır, elimde bir bilgi yok” diye cevap vermişti.
Bir diğer ifadeyle, kendisinden beklenmeyen bir dürüstlük sergilemişti.
Dürüstlük, Edirne sınırını geçinceye kadarmış.
Şimdi “dolaştırıldığı” başkentlerde, “Evet, o silahlar DEAŞ örgütüne gidiyordu” diye açıklamalar yapıyor.
Daha doğrusu, şerefsizce yalan söylüyor.
Bir tek Can Dündar muhibbi de çıkıp, “Tamam, maksadın gazetecilik yapmaktı... Tamam, o belgeleri yayınlamakla çok iyi ettin. Tamam, cesur bir gazetecisin... Tamam, cesaretinin bedelini ülkenden uzak kalmakla ödüyorsun... Tamam, dibine kadar mağdursun... İyi de birader, neden yalan söylüyorsun?” diye sormuyor.
Can Dündar’ın “yalancılığı”, muhalif aydınlar için ciddi bir sınavdır.
Hiçbiri bu sınavdan yüz akıyla çıkmadı... Çıkamadı...
Can Dündar, Gezi döneminde Halk TV’ye bağlanıp, “Polis Taksim’de katliam hazırlığı yapıyor, annelerinin kucağından çocukları zorla alınıp götürülüyor. Oğlum kayıp... Oğlumu bulamıyorum... Validen yardım istedim; o da çaresiz olduğunu söyledi...” diye ortam kızıştırdığında (savcının ifadesiyle, provokasyon yapıp halkı galeyana getirdiğinde) susmuşlardı.
Hiçbiri “yalancılığı” itiyat edinmiş bu arsızlık numunesine gerekli tepkiyi göstermemişti.
Hiçbiri, meseleye “ahlak”tan ve asgari bir “namus”tan bakmamıştı.
Susmuşlardı...
Hâlâ susuyorlar...
Onlar da çok iyi biliyordu ki, polis Taksim’de “katliam hazırlığı” yapmıyordu. Bilakis çapulcu takımının molotof kokteyllerine (katliam hazırlığına) karşı halkı ve kamu araçlarını korumaya çalışıyordu. Hiçbir annenin kucağından çocuğu zorla alınıp götürülmemişti. Üstelik Can Dündar’ın “kayıp” dediği oğlu kayıp değildi, Ankara’da annesinin yanındaydı.
Baştan itibaren hep aynı şeyi savundum.
Burada bir “meslek tartışması” yapmıyoruz.
Konunun “ifade özgürlüğü”yle de bir alakası bulunmuyor...
Kaldı ki, kimse Can Dündar’ın ifade özgürlüğünü kullanmasından rahatsız değil.
Ben değilim mesela...
Üstelik bu zatın, “ifade özgürlüğü” çerçevesinde karıştırdığı haltları bildiğim ve bunları “gazetecilik çabası” olarak görmediğim halde...
Mesele, “namus” meselesi...
Namuslu bir insan, yalanı yüzüne vurulduğunda çıkıp özür diler. Ne bileyim utanır, yüzü filan kızarır...
Hatta o yükü taşıyamıyordur, gider intihar eder.
Bu arsızlar, provokasyonları ellerinde patladığı halde, hiçbir şey olmamış gibi nefes almaya devam ediyorlar.