Türk spor tarihinin gelmiş geçmiş en büyük sporcusu, dünya ve olimpiyat şampiyonu Naim Süleymanoğlu, son yolculuğuna 80 milyonun duaları ve gözyaşlarıyla uğurlandı. Cenazeye katılan binlerce vatandaş kendilerine en büyük sevinçleri yaşatan Cep Herkülü’nün fotoğraflarına sarılıp ağladı.
Peki, öncesinde?
Naim Süleymanoğlu ki, benim diyen film senaryolarına taş çıkartacak cinsten bir kaçış hikayesi ile Bulgaristan’dan Türkiye’ye sığınmış (1986), olimpiyatlarda çifter çifter rekorlar kırmış, Türkiye’ye 80’ler ve 90’lar boyunca zafer duygusunu tattırmış, dünyanın ‘Cep Herkülü’ lakabını taktığı küçük dev adam… Naim Süleymanoğlu ki, tek başına, Türkiye’ye olimpiyat tarihinde hiç olmadığı kadar madalyalar kazandırmış, uluslararası arenada ülkemize gururların en büyüğünü yaşatmış, onunla gelen özgüven ve kıvanç sayesinde nice Türk genci onun gibi olabilmek için spora başlamış…
Naim Süleymanoğlu ki Bulgaristan’daki soydaşlarımıza yapılan eziyetleri dünya kamuoyuna duyurmuş, sporda gelinebilecek en üst noktaya gelmiş, sonrasında yalnızlığı tatmış, düşüşü yaşamış bir şampiyon.
Şampiyon’un filmi bile yok!
Onun hayatı gerçekten de film gibi. Peki biz bu filmi kendisine armağan edebildik mi? Elin ABD’lisi olmayan kahramanlarından Rocky efsanesi yaratıp, seri halde dünyayı beyazperdede nakavt ederken biz gerçek bir kahramanı bayraklaştırabildik mi? Onun ve Türkiye’nin zaferlerini beyazperdede dalgalandırabildik mi? Mesele sadece Naim de değil. Yapamadıklarımızın listesi hayli kabarık.
Sinemada konu sıkıntısı çeken senaristler, sümüklü aşk hikayelerini sündüren televizyon dizileri, bakanlık destekleriyle kabız gibi bunalım takılan yönetmenler…
Ahmaklığımız doymak bilmiyor. Naim Süleymanoğlu’nun omuzladığı yükler kafamıza düşse yeridir demiyorum fakat şimdi onun mirası sinemacıların omuzlarındadır; Onun büyüklüğünü yaşatacak, cep herküllüğünü, küçük dev adamlığını gelecek nesillere ulaştıracak sanat adamlarının omuzlarında vebaldir Naim’in öksüz zaferleri.
Mekanı Cennet olsun.
Altın Kapı’dan geçen Ayvazoğlu
Beşir Ayvazoğlu imrendiğim kültür insanlarının başında geliyor. Mimariden, resme, müzikten edebiyata geniş bir çerçevede her satırı bilgi yüklü eserlere imza atıyor. Onun eserlerini okurken, billur bir çeşmeden kana kana su içiyormuş gibi hissederim.
Çocuk yaştan beri kültürümüzün zengin dünyasında seyahat ediyor Ayvazoğlu. Ortaya koyduğu kitaplar geniş bir okumanın, yıllara yayılmış bir bilgi birikiminin imbiğinden süzülüp geldiği için güven veriyor. İslam sanatı ve estetiği, kahve kültürü, çiçek kültürü, İstanbul yazıları, biyografiler, romanlar… Onun her eserinde bizi biz yapan, bu coğrafyanın sesine ses veren insanların, kültürel birikimin ve sanatın öyküsü var. Peyami Safa’dan Ahmet Haşim’e Asaf Halet Çelebi’den Tarık Buğra’ya yazdığı portre kitapları unutulmaz. Şeyh Galib, Yunus, Turgut Cansever, Malik Aksel, Nazım, Tanpınar, Divanyolu, Dersaadet geceleri, saatler, ruhlar, kediler, musiki, mimari onun kitaplarında yeniden karşımıza çıktı.
Bu büyük birikimden yeni bir kitap daha geldi: Altın Kapı… Resim, musiki ve şiir üzerine, makale, bildiri ve denemelerden oluşan, nefis bir Türkçe ile su gibi akan bir kitap. Fatih, Bellini, Rönesans, Erol Akyavaş, Şevket Dağ, alafranga, alaturka tartışmaları, İslam’da resim ve heykel... Ve daha pek çok konu...
Kitap, adını, büyük şair Yahya Kemal’in Tanburi Cemil Bey’in musikisiyle tanıştığında söylediği şu sözlerden alıyor: ‘O zaman karşımda altın bir kapı açıldı. Memleketime bu kapıdan girdim.’ Bu kapının ardında bütün bir medeniyetimiz vardır ve Beşir Ayvazoğlu işte bu kapıyı aralayan bir sanat adamıdır. (Altın Kapı, Kapı Yayınları, 2017)