Orta sınıf muhafazakârlardaki değişimin eleştirilmesi de, eleştiri ve özeleştirilerin eleştiri konusu yapılması da yeniden “moda” oldu. Ama sanki ilk kez karşı karşıya kaldığımız bir durummuş gibi algılanmasına ve sunulmasına ise şaştığımı ifade etmeliyim.
İslamcı-dindar kesimin kendine dönük eleştirilerine şahsen bir takipçi olarak katıldığım zamanlar 90’lı yılların ortasına tekabül ediyor çünkü. Dergilerde ve gazete köşelerinde dindarların yaşam pratiklerindeki değişim konu edilir, fatura çoklukla gençlere ve kadınlara kesiliverirdi.
Kızlar kısalan ve daralan pardösü boylarından başörtülerinin giderek daha renkli hale gelmesine, artık her mekanda boy gösteriyor olmalarından her konuda fikir beyan etmelerine varana kadar çok geniş bir yelpazede eleştirilerin hedefi olurdu.
Genç dindar erkekler içinse liste hayli kısaydı ama ilginçtir onlara da ilk eleştiriler kıyafetten, kot pantolon giymek istemelerinden kaynaklanmıştı. Sonrası sanırım çok hızlı oldu. Bugün artık kırmızı pantolon da giyiyorlar, slim fit pantolon da.
Ama şurası net ki İslamcı-dindar kesim 90’lar boyu çıkardığı ve dindar entelektüel çevrelerin ilgiyle takip ettiği dergilerde bu mevzuyu kendisine samimiyetle dert edindi.
Ana tema aşağı yukarı şuydu: Gündelik hayat pratiklerini dini-manevi değerlerin ve erdemlerin devamlılığını sağlayacak, ayete ve sünnete riayet edecek şekilde güncellemek mümkün müydü? Mümkünse, nasıl mümkündü, sınırları neydi?
Markaların kendilerine isim seçerken dini değerleri yahut mesela sahabeden isimleri seçiyor olmasına şiddetle tepki gösterilir, kapitalist ahlak İslam ahlakına galebe mi çalıyor denilerek tartışmaya sebep olan markalar, sermaye sahipleri kırgınlıkla eleştirilirdi.
Kanal 7’nin, TGRT’nin yayın içerikleri kadar reklam içerikleri de bu manada değerlendirilir ve her şeyin kar elde etmek, dikkat çekmek için bu kadar kolay malzeme haline getirilmesine tepki gösterilirdi.
İyi hatırlıyorum, başörtüsü reklamları üzerinden başlayan bir tartışma vardı. Reklamlarda hem camide hem cam-çelik ofiste başlarındaki şık örtüyle gösterilen, uçaktan inip lüks otomobile binerken gayet “cool” resmedilen başörtülü kadınların en zayıf noktası başörtüleri olurdu. Ama 28 Şubat yasaklarının devam ettiği bir dönemde başörtüsünün markaya indirgenmesi eleştirilirdi.
Kadın yazarlar bu tartışmalarda çok aktif ve reklamların sunduğu başörtülü kadın imajına hayli tepkiliydi. Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Yıldız Ramazanoğlu, Cihan Aktaş gibi edebiyatçı kimlikleri dışında Türkiyeli Müslüman kadın kimliğinin oluşumu hakkında kalem oynatan yazarların konuyu hassasiyetle gündemde tuttuğunu hatırlıyorum.
Ben de yazmaya yeni başlayan biri olarak konuya girdiğimde sene 1998 gibiydi. Dönem dergilerinden Sözleşme’ye söz konusu reklamları değerlendiren geniş bir makale yazmış ve özetle, asıl korkulması gerekenin bu markalar, bu reklamlar değil kadınların başörtüsünün markalı kenarını dışta bırakmaya çalışması olacağını, bu olursa İslamcıların kapitalizme yenilmiş sayılacağını savunan bir yazı yazmış idim.
Aradan geçen sürede eleştiriler de eleştirilere yöneltilen eleştiriler de hiç kesilmedi. Bu zaman zarfında AK Parti kuruldu, seçimler kazandı, askeri, hukuki, ekonomik zorlamalarla baş etti. Arkasında ise bozuluyor mu, dini değerlerden uzaklaşıyor mu diye içerden ve dışardan gözetim altında tutulan bu kesim vardı.
Allah’a şükür hiçbir şey olmadı. Hem dini değerlerin muhafazası, hem siyasi manada yaptığı seçimler açısından. Dindar-muhafazakâr kesim dini-manevi sorgulamalar gibi siyasi muhasebe sayesinde de toplumun en dinamik kesimini oluşturuyor. Solculuğu kapitalizm ve popüler kültür eleştirisi yapmaya indirgemiş, dindarları dikizleyip iç muhasebelerinden nemalanmayı iş edinmiş kesimlerden farklı olarak şükür ki hala üretken ve cesurlar.