Cumhurbaşkanı Erdoğan Sakarya'daki konuşmasında "Eğer bugün Cumhurbaşkanlığı Sistemi için sizlerden destek istiyorsak ülkemizin ve milletimizin faydasına olduğuna inandığımız için istiyoruz. Görüyoruz ki milli demokratlar Cumhurbaşkanlığı Sistemi'nin yanında, bölücüler ve dış güçler ise karşısında yer alıyor. Milli olan, demokrat olan, yerli olan hiç kimsenin bu anayasa değişikliğine karşı çıkması için bir sebep yoktur" dedi. "Milli demokratlar" ifadesi dikkat çekiciydi.
AK Parti kuruluşundan itibaren toplumun kahir ekseriyetinin düşünce ve inançlarını kuşatan bir kavram olarak "Muhafazakar demokrat" tanımını kullanageldi. Bu kavram, hem AK Parti'nin siyaset yapma biçimini hem de kadrolarını tanımlıyordu. Yaşam biçimi olarak muhafazakar olmayan insanlar da siyaset yaptı AK Parti'de ama Türkiye'nin muhafazakar kimliğiyle sorunlu tipler değildi bunlar. AK Parti, mevcut siyasi partiler yelpazesinde en kuşatıcı ve farklı eğilimlere kapısı açık tek parti oldu diyebiliriz.
Direnerek güçlenen Türkiye
Bunu nasıl başardı sorusu kadar bunun nasıl devam ettirebildi sorusu da önemli. Zira kurulduktan kısa süre sonra girdiği seçimde tek başına iktidar olmuş, akabinde girdiği genel-yerel ve referandumlar dahil tüm seçimlerde birinci gelmiş ve oylarını mütemadiyen yükseltmiş bir partiden söz ediyoruz. Bu grafik bile tek başına Türkiye'deki dönüşüm ihtiyacını ve seçmenin kararlı ve dirençli siyasi aktörlere sahip çıktığını göstermesi bakımından önemli bir tahlil alanı oluşturuyor.
Peki bu sürece neler eşlik etti? 2007'den önce darbeci unsurlar her daim teyakkuz halindeydi. AK Parti iktidara geldiği andan itibaren darbe tehlikesini hep ensesinde hissetti. 2007'de CHP ve AYM eliyle hayata geçirilen 367 müdahalesinden sonraki süreçte darbeci asker-sivil bürokrasiyi tasfiye gayretinde gibi gözüken yeni bir vesayet odağı devletteki yapılanmasını tahkim etti. 7 Şubat MİT kriziyle birlikte gün yüzüne çıkan bu yapının; dış istihbaratların uzantısı olarak iş gördüğü, Çözüm Süreci'nin enfekte edilmesinde aktif rol üstlendiği, Uludere katliamından Muhsin Yazıcıoğlu'nun helikopterinin düşürülmesine kadar bir dizi önemli olayda parmağı olduğu, Türkiye'nin PKK ve DEAŞ ile mücadelesini sekteye uğratacak eylemlerde bulunduğu, Gezi olaylarını provoke ettiği ve zaten 17-25 Aralık emniyet-yargı darbesi ile başlayan süreçle birlikte açıktan Türkiye düşmanı tüm güçlerle ortaklaşarak savaş cephesine çekildiği biliniyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın liderlik misyonunun hükümet başkanlığı pozisyonunu çok aşan boyutlara taşınması işte bu süreçte göstermiş olduğu gayret, irade ve kararlılık sayesinde oldu.
Türkiye için karar anı
Bu süreçte yerli ve 'milli' kavramı dilimize yerleşti. Her musibette olayın künhüne varmamız ancak bu kavşakta mümkün olabildi. Türkiye'nin hayrına olan ile olmayanı ayırt edebilecek en geniş skalayı temsil etti 'milli' kavramı. Ama bu 'milli' ne milliyetçiliğin dar çerçevesine hapsolan ne de cuntacı solun tahayyülündeki ideolojik gömleğe sığdırılmaya çalışılan bir milli. Türkiye'deki tüm etnik ve mezhebi farklılıkları kapsayacak kadar geniş, terör ve dış bağlantılı her nevi saldırıya karşı yan yana saf tutabilecek kadar da özdeşik.
16 Nisan, Türkiye'deki bu "milli demokrat" hattın sahip çıkması gereken çok önemli bir eşiği ifade ediyor. Çünkü söz konusu anayasa değişikliği istikrarlı, güçlü ve demokratik Türkiye'nin yolunun kesintiye uğramamasını temin edecek bir hükümet değişikliği öngörüyor.
16 Nisan, parti farklılıklarını aşan, sağcısını-solcusunu, sekülerini-muhafazakarını, Sünnisini-Alevisini, Lazını-Kürdünü güçlü ve demokratik Türkiye idealine çağıran bir karar anı.