Hilafetin kimden devam edeceğiyle başlayan, Hz. Hüseyin’in şehit edilmesiyle devam eden siyasi bir ihtilafın zaman içinde itikadi bir hal alması ile oluşan bir yorum Şia. Hilafeti peygamber soyundan gelen 12 İmam’a dayandıran bu inanç sistemi İslam’ın yayıldığı yerlerdeki inanç biçimlerini kendine çekebilen muhalif bir damar olmuş. Bu sebeple bazı yönleriyle Şia’ya benzeyen ama Şia’nın da gulat kabul ettiği pekçok ara form oluşmuş.
Batılılar, İslam’ı yorumlamadaki mezhebi farklılıkların nasıl meydana geldiğini, bunların siyasi ve itikadi boyutlarını ve bugün hangi ülkelerin mezhebi kırılganlığa sahip olduğunu çok iyi çalışmış. İran, siyaset ve itikadın mezcolduğu ve Şiiliğin iç ve dış siyasette belirleyici olduğu bir ülke. Etnik farklılıkları Şiilik ortak paydasında birleştirebilmiş, hukuktan üniversiteye, bürokrasiden siyasete, devletin tüm kurumlarında Şiilik ana belirleyici olmuş.
Sünni Kürtlerden başka bu alaşımın dışında kalan hatırı sayılır bir unsur da yok zaten.
Devrimden sonra Humeyni’nin mezhep asabiyesini azaltan girişimlerde bulunduğu ama bunların da aslında komşu ülkelerde Sünni ahali arasında mezhepsizliği teşvik amaçlı propaganda faaliyetleri olduğu söylenir.
Müslüman ülkelerde kadim bir konudur hülasa, mezhep farklılıkları ve mezhepçilik olgusu.
Cemel Vakası’ndan Kerbela’da Hz. Hüseyin’in şehit edilmesine kadar giden kanlı bir tarihi vardır, adına bugün mezhepçilik dediğimiz şeyin.
Mezhepçiliğin yakın tarihinde ise Afganistan ve Pakistan vardır. ABD’nin konu ile yakından ilgilenmeye başladığı ve İran’ın da Şii jeopolitiğini hayata geçirmeye çalıştığı ilk plato buralardır.
İran devrimi Şah’a karşı ittifak kurduğu grupların desteğini kaybetmeye başladıkça siyasette mezhepçi temaları yükseltmiş, ABD’nin azmettirici olarak rol aldığı İran-Irak savaşı yıllarında bu daha da yükselmiş ve Şii jeopolitiği İran’ın birincil dış politika enstrümanı halini almıştır.
ABD’nin El Kaide ile mücadelesine paralel bir şekilde İran da El Kaide ile mücadele etmiş, tıpkı Lübnan Hizbullah’ı gibi Afganistan ve Pakistan’daki Şii grupları da askeri olarak desteklemiştir.
Yani aslında Suudi Arabistan ve İran uzun süredir savaş halinde.
* * *
Suudi Arabistan, Bakır En Nemr’i terör gerekçesiyle idam ettikten birkaç gün sonra Tahran’a yaptığımız bir ziyaret sırasında bu olayın yukarıdan aşağıya doğru nasıl güçlü bir duyguyu harekete geçirdiği görmüştük.
Ziyaretimiz cuma gününe denk gelmişti. Hamaney’in İmam Humeyni Camisi’nde kıldırdığı Cuma namazı dini ve siyasi duyguların birleştiği bir katarsis anı gibiydi. Namaz için değil de miting için top lanmış intibaı veren coşkulu bir kitle vardı. Her hafta tazelenen bu ahitleşme ile aslında mezhepçi duygular çoğaltılıyor.
Mezhepçiliğin bir tezahürünü Vahabilik’te de görüyoruz. İşin içine biraz dalınca içinden çıkılmaz bir birikimle karşılaşıyoruz. Bu tartışarak ortası bulunacak bir mevzu da değil. Ancak üst siyasetle ve bölgesel çıkarlarda hem fikir olmakla yenilebilecek bir hastalık.
Mezhepçilikle siyaset yapılmaz yani, ancak savaşılır.
2003’te Irak’ın işgaliyle başlayan senaryonun motoru da bu yıkıcı söylemdi. Irak’ın parçalanması süreci devam ediyor. Musul’un son perde olup olmayacağı bile belli değil. Salih Tuna’nın dünkü yazısında dikkat çektiği husus önemli. Türkiye, İran’la karşı karşıya getirilmeye çalışılıyor olabilir mi?
FETÖ’ye, PKK’ya, yanı başındaki savaşa ve sözde müttefiki ABD’ye rağmen Türkiye bugüne kadar dirliğini ve birliğini muhafaza edebildiyse sebebi, bu tür tehlikelere karşı uyanık olmasıdır.
Yine de dikkatli olmakta fayda var!