İstanbul’da, toplu taşıma araçları ile seyahat ederken çevremdeki insanları, onları rahatsız etmeden gözlemlemekten hoşlanıyorum. Yol boyunca araca binen, inen farklı insan yüzlerine odaklanır, yüzlerindeki sabit duyguların gerçek nedenleri hakkında kendi kendime tahminlerde bulunurum. O insanlara ve yüz ifadelerinde donmuş olan o duygulara dair farklı hikayeler uydurmaya çalışır, hayatlarının nasıl olduğuna ilişkin kimi öngörülerde bulunurum. Yüz manifestosunun çağrıştırdığı insan hikayelerini, yol boyunca kendimce kurgular ve o duygu ve düşünceler ile zihin dünyamın temelini oluşturan kendi fikirlerimi yeniden test ederim. Bazen çok sevimli sonuçlara ulaşabildiğim gibi, bazen de hüzünle suratıma bir yumruk yemiş gibi sersemlerim.
Bu sabah da yine bir dostumun randevusuna gitmek üzere evden çıkıp, metro istasyonunun yolunu tuttum. Sabahın o en hareketli saatlerinde, İstanbul’un omuz omuza kalabalığının içinden kendime dar koridorlar açarak, nihayet metro istasyonuna vardım ve merdivenlerden aşağıya perona inip, hınca hınç kalabalıkla birlikte gelen metroya attım kendimi. Ayakta duracak yer bile yoktu. Neyse ki birkaç durak ilerledikten sonra, biraz tenhalaştı vagon, en azından ayakta daha rahat durabiliyordum ve de etrafıma bakıp biraz gözlem yapabileceğim bir görüş mesafesine de kavuşabilmiştim.
İşte tam o sırada, vagonun diğer ucundan bana doğru, yolculara çarpa çarpa ilerlemeye çalışan küçük bir kız çocuğu çarptı gözüme. Tahminimce en çok 4-5 yaşında ya var ya yoktu. O kadar küçük ve çelimsizdi ki üzerindeki kolları yıpranmış, rengi solmuş merserize hırkanın içinde kaybolmuş gibiydi. Elinde birkaç paket kağıt mendil, hızla ilerleyen trende dengesini bulmaya çalışarak, bazen de sendeleyerek ilerlemeye çalışıyordu. Önce bir yolcuya hafifçe dokunuyor, sonra elindeki mendil paketini uzatıp, başını hafifçe öne eğiyordu.
Kimi yolcular, kayıtsızca başlarını çeviriyor, kimileri de gülümseyip “istemiyorum” diye mendili reddediyorlardı ya da 1TL verip bir paket alan da oluyordu. Derken, bu minik kızcağız, o minik adımlarıyla sallana sallana benim yanıma kadar geldi. Bacağıma hafifçe dokundu, elindeki mendil paketlerinden birini bana uzattı ve başını hafifçe önüne eğip, beklemeye başladı. Mendil paketini tutan ellerine baktım; kalemden ince, solgun parmakları vardı, tırnaklarının arasına kir dolmuştu. Saçları paket lastiği ile dağınıkça öylesine arkada toplanmıştı. Ayağında parçalanmış, büyük gelen pembe fiyonklu bir yazlık ayakkabı vardı.
O an o kız çocuğuna bakarken kendi kızımın o yaşlardaki halleri geldi gözümün önüne. O mendil satan kıza duyduğum merhamet ve şefkat duygusu ile birden beynimde “Hangi anne-baba bu yaştaki çocuğunu bu şekilde çalıştırabilir” diyen bir isyan dalgası uyandı.
Normal koşullarda hiçbir anne-baba yavrusunun değil bu koşullarda, o yaşta, hiçbir şekilde çalışmasına asla izin vermez. O minik yavruyu metroda mendil satmaya zorlayanlar da anne-babası olamaz dedim kendi kendime. Sonra Suriye iç savaşından kaçıp bize sığınan mülteciler geldi aklıma. Arkasından bu dünyada tek dikili ağacı olmayan yoksulları anımsadım. O insanların hayatlarını ve mecburiyetlerini getirdim gözümün önüne; Yüreğimde öfke ile karışık kabaran isyan duyguları yerini mahcup bir merhamete bıraktı.
Bu böyle olsa bile yine o anne ve babaları suçlamaya yüreğim elvermedi. Buna o aile ya da anne ve baba mecbur kalmışlardır. Daha doğru bir ifade ile biz toplum olarak onları buna mecbur bırakmışız. Başka bir açıklama beni ikna edemez. Başka bir izahı olmaz bu trajedilerin.
Bu yavrucuğun kendi hikayesini bilmiyorum ama bu tabloyu çok iyi biliyorum. Bu tabloda, gerçek utanç duyması gerekenler kendi hırsları uğruna savaşlar çıkarıp, insanları yerlerinden yurtlarından edenler, aileleri parçalayanlar, bitmek tükenmek bilmeyen oburlukları ile insanları vahşice sömürenler ve onların yaşama alanlarını daraltıp, açlığa mahkum edenlerdir.
Küçük kızın saçlarını okşayıp, bir paket mendil aldım ve minik avucuna 2 TL bıraktım. Pek sevinmiş olacak ki kafasını kaldırıp gülümsedi çocuk çocuk. Ve bir hayalet gibi ortadan kayboldu ansızın. Belli ki evin bütün yükü o çelimsiz küçücük omuzlarına yıkılmıştı. Ben de onun arkasından öylesine mahcup mahcup, gülümsedim.