Osmanlı İmparatorluğu’nun 1922’da sonlanan öyküsünün başlangıcı, İngiltere ve Fransa ile müttefik olarak Rusya’ya karşı girdiği Kırım Savaşı’dır (1853-1856). Savaş Rusya’nın yenilgisiyle sonlanmış gibi görünmektedir, ama, tarih, asıl kurbanın Osmanlı olduğunu, 1856’da imzalanan Paris Anlaşması’yla dağılma sürecinin başladığını gösteriyor. Kağıt üstünde “galipler safında” görülen Osmanlı’ya, “Hıristiyan azınlık hakları” senedinin imzalatılması, İngiltere’nin Kudüs, Rusya’nın da Patrikhane üzerinde söz hakkı sürecinin başlatılması tarihin en ilginç çelişkilerinden biridir.
Osmanlı İmparatorluğu, sömürgeci güçlerin arasındaki bir savaşa katılmış ve devamında asla kendini toparlayamamıştır. Belki de, cumhuriyeti kuran kadronun 2.Dünya Savaşı’na katılmama kararlılığı, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin bu trajik deneyimine dayanmaktadır. Tabii bir de, İttihat Terakki’nin imparatorluğu sürüklediği Birinci Dünya Savaşı felaketinin korkunç anılarına...
1856-1922 arasındaki süre, Osmanlı’nın var olma mücadelesi ve sömürgeci güçlerin dağılacak imparatorluğun topraklarını paylaşma hazırlıklarından ibarettir. Aslında Osmanlı, 1878 Berlin Anlaşması ile fiilen sonlanmıştır, devamını oksijen çadırında geçirmiştir.
Yıkıcı darbe ABD’den geldi...
Amerika 20’nci yüzyıla, “süper güç olma hedefli” stratejiyle girdi. 1913-1921 arasında Beyazsaray’da oturan Başkan Woodrow Wilson çok önemlidir. Wilson, ilk kez 1914 yılında Bolşevik lider Lenin tarafından dile getirilen “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” kavramını hızla benimsemiş, bu kavramın Avrupa’nın büyük imparatorluklarını (bu arada Osmanlı’yı) dağıtacak bir kavram olarak kullanılmasının yolunu açmıştır. “Demokrasinin yayılması” kavramını ise meşruti krallıkların yıkılması yönünde Amerikan çıkarları için kullanan ilk başkandır.
Birinci Dünya Savaşı’nın 1918 ateşkesiyle sonlanmasından sonra 1919 Paris Barış Konferansı, bu zeminde toplanmış, İngiltere Başbakanı David Lloyd George, ABD Başkanı Woodrow Wilson ve Fransa Başbakanı Georges Clemenceau tam 145 kez üçlü toplantı yaparak savaş sonrasının dünyasını belirlemişlerdir.
Günümüz İsrail devletinin de temelinin atıldığı Konferans’tan tarihimize yansıyan, Osmanlı’nın Ortadoğu’daki topraklarının 1916 tarihli gizli Sykes-Picot Anlaşması çerçevesinde bölüşülmesinin yanında, Trakya ve Batı Anadolu’nun İngiliz egemenliğini “Küçük Asya”ya taşıyacak planla Yunanistan’a verilmesi, Ermenistan-Kürdistan’ın kurulması ve geri kalan Anadolu topraklarının da Amerikan manda yönetimine terk edilmesidir.
23 Nisan 1920’de kurulan “Gazi” Meclis eliyle yürütülen Kurtuluş Savaşı, bu planı tarihe gömmüştür.
Bu nedenle, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşması’na, “Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedi” diyoruz. Bugün yaşadığımız vahim olaylar bize bir gerçeği gösteriyor: Devletler imkan ve kabiliyetlerinin gücü oranında hedeflerine ulaşabilirler.
Günümüzün krizi orada başladı...
ABD, Lozan’da imzacı değil, gözlemciydi, anlaşmadan hemen sonra Türkiye ile “Dostluk ve Ticaret Anlaşması”nı imzalamıştır. Anlaşma, Amerikan Kongresi’nde onaylanmadı!..
Amerikan yönetimi, 1923-1927 arasında, Ankara’ya ilk büyükelçisini göndermek için “Musul sorunu” nedeniyle Anadolu’da İngilizler’in çıkardığı isyanların sonucunu bekledi!.. Beklentisi, genç cumhuriyetin bu belalardan kurtulamayacağı yönündeydi...Türk Kurtuluş Savaşı’nın Wilson Doktrini’nin uzantısı olarak kabul edilen ve günümüz İsrail’i gibi ABD’nin bölgedeki ileri karakolu görevi üstlenecek “Büyük Ermenistan” ve “Kürdistan” projelerini gömmüş olmasını “günü geldiğinde çözülecek bir mesele olarak” kabul etti. FETÖ ve PKK’nın 40 yıllık mazisini bir tesadüf olarak görebilir miyiz, hayır!..
Kıbrıs sorunu nedeniyle Ankara’ya ulaştırılan 5 Haziran 1964 tarihli Johnson Mektubu, 1974 Kıbrıs Harekatı sonrası bir NATO müttefikine konulan “silah ambargosu”, hep bu uzun hedefli stratejinin doğal sonuçlarıydı.
Bugün de, gözümüzün içine bakarak PKK ile müttefikliği sürdürüyor, bu politikasının selameti için planlanmış 15 Temmuz işgal darbesinin arkasında duran görüntü sergiliyor.
“Yüz yıllık hesaplaşma” dediğimiz budur. O hesaplaşma gelmiş, kapımızı çalmıştır. ABD ve Avrupa Birliği’nin 15 Temmuz’dan kaynaklanan hayal kırıklığı, bizim de 15 Temmuz’a “İkinci Kurtuluş Savaşı” dememizin nedeni budur.
Süleyman Demirel’in dediği gibi “geçmişin çamaşırını bugünün güneşinde kurutamayız...”
Şimdi, kapımızdaki belayı nasıl def edeceğimizi tartışma zamanıdır.