Cumhurbaşkanı anayasa değişiklik paketini onayladığında 65 gün vardı, 16 Nisan'a. Artık iki hafta kaldı. Bu zaman zarfında paketin içeriği anlatıldıkça hayırcıların iddiaları çürütülmüş oldu. Zaten "Tehlikenin farkında mısınız"ın yeni sürümü olarak tedavüle sokulmuş şeylerdi.
Misal; "Cumhurbaşkanı Meclis'i kafasına göre feshedecek ve böylece kendi diktatörlüğünü kuracak." İlgili maddeyi, aşılamayan bir kriz oluştuğunda Cumhurbaşkanı'nın krizi çözmek için karşılıklı seçime gitme kararı alabileceği, bu kararı alması halinde kendi görev süresinden feragat etmiş olacağı, şayet bu kararı ikinci döneminde aldıysa zaten bir daha aday dahi olamayacağı, Meclis'in de 5'te 3 çoğunlukla seçime gitme kararı alabileceği, seçim kararıyla milletvekillerinin görev süreleri bitse de tekrar tekrar aday olma yolunda önlerinde bir engel olmadığı şeklinde izah edince söyleyecek söz bulamıyor ve "çağdaşlık dinine" sarılıyorlar.
Cumhurbaşkanı'nın Sarıyer'deki hayır çadırına yaptığı ziyaret; sadece Kemal Kılıçdaroğlu'nun değil hayır diyecek olanların çok önemli bir kısmının da maddeleri okuma zahmetine katlanmadığını, sistemin içeriğiyle değil kafalarındaki ezberle ve çağdaşlık, laiklik gibi pozisyonlarla karar vereceklerini gösterdi.
Bu da zaten, Türkiye'deki temel ayrışma hattını temsil ediyor.
Sekülerleşmenin devlet elitleri eliyle uygulamaya konduğu Tanzimat'la başlayan, sekülerizmin devlet ideolojisi haline dönüştüğü ve topluma dayatıldığı Cumhuriyet dönemiyle devam eden bir hikaye bu.
Batıcı-sekülerist kadrolar ve bu kadroların oluşturduğu toplumsal kesimle, "Güderiz biz bunları nasılsa" diye bakılan sessiz yığınların, 1950'de sandığın gücünü keşfedenlerin yüz yıla yaklaşan mücadelesi bu.
Topluma giydirilen vesayet gömleğinden kurtulmak ve -o gömleği hepimize giydirmek için çabalayanlar da dahil- yeniden bir ve birlikte millet olmak için tarihi bir fırsat aynı zamanda...
İşte bu yüzden sadece CHP değil, 28 Şubat'ın tüm aktörleri, parti kapatma davalarının savcıları, 376 kararının mucitleri ve uygulayıcıları, toplumda hiçbir karşılığı olmadığı halde sesi çok çıkan arkası karanlık yapılar, FETÖ'nün yanına danışman yerleştirdiği Yurtta Sulh başbakanları, kişisel ikbalini Türkiye'nin önünde tutanlar, 15 Temmuz'da millete kurşun sıkanlar-TBMM'yi bombalayanlar, Diyarbakır'ı Kobanileştirmeye çalışanlar, PKK ve FETÖ'yü himaye eden ve Türkiye'ye karşı kullanan Avrupa ülkeleri de hayır diyor.
Kılıçdaroğlu'nun 'evet' diyecek kesime yönelik bir seçim taktiği izlemesi de bundan.
Ama Kemalist-sekülerist çevrelerin ve bilumum Türkiye düşmanlarının hayır için seferber olduğu yerde milli ve demokrat sosyolojinin sadece maddelere bakıp "Hımmm iyiymiş ya da şu madde bana uymadı" diyerek karar vereceğini zannetmek doğrusu siyaset bilmezlik.
Kılıçdaroğlu hala "Hayır çıksa da Erdoğan gitmeyecek, korkmayın" diyor.
Bir siyasetçinin, yedi kere yenildiği kişiye ve sosyolojiye karşı yürüttüğü kampanyanın merkezine o kişinin cumhurbaşkanlığı görevini devam ettireceği vaadini koyması başlı başına bir zavallılık değil mi?
Neredeyse afişlere "Erdoğan gitmesin diye hayır" yazacaklar.
***
Bu, Türkiye'nin yüz yıllık vesayet tarihinin oylanacağı bir referandum.
Kazanımlarımızı riske mi atacağız yoksa siyasi ve ekonomik istikrarı garantileyen, bundan sonra hep üstüne koyabileceğimiz bir sisteme mi geçeceğiz?
Tabii ki ikincisi. Vesayet tarihinin failleri 'hayır' dediği için ve "güçlü ve demokratik Türkiye" 'evet'in vaadi olduğu için...
Hayır ise mevcudun devamını vaat ediyor.
Kılıçdaroğlu yine yanlış hesap yapıyor. Çünkü 'evet' dediğimizde de Erdoğan değişmeyecek. Ama bundan sonra ülkeyi yönetecek kişi yüzde 50'den fazlamızın oyunu almış biri olacak. Dolayısıyla kimlik siyasetini değil hizmet siyasetini önceleyecek, aynı zamanda tüm kimliklerin kültürel varlığı ve demokratik haklarını da garantileyen bir kişi olacak.