İslam dünyasının dört bir yanı akan kan ve gözyaşından bitap düşmüş durumda. Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, Afganistan’da, Filistin’de, Arakan’da ve daha birçok ülkede yaşanan dramlar bir türlü bitmiyor. İstisnalar dışında akan kanın kardeş kanı olduğu ve Müslüman gruplar arasındaki şiddetli çatışmaların durdurulamadığı söylenebilir.
Bir yandan siyasi tansiyon yükseliyor; Hariri’nin istifası, Husi’lerin Riyad’a füze atması, Suudi Arabistan ile İran ve Lübnan arasında gerilimin tırmanması, Mursi gibi seçilmişleri alaşağı eden veya iktidara yönelik tasfiyeleri hızlandıran askeri/siyasi ekiplerin güç kazanması…
Diğer yandan örgütler düzeyinde şiddet sarmalı derinleşiyor; DEAŞ, El Kaide, Taliban gibi örgütler veya Haşdi Şabi gibi paramiliter grupların verdikleri nüfuz mücadeleleri…
Bütün bu çatışmalar, mücadeleler ne için, kimin adına, kimin hesabına?
Allah adına mı, haklar ve halklar için mi, yoksa güç, iktidar ve grupsal hâkimiyet uğruna mı?
İktidar savaşlarıyla kim neye ulaşmaya çalışıyor? Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın dediği gibi ölen de Müslüman öldüren de… Çile çeken, ocağına ateş düşen hep masum halklar, siviller, çocuklar, kadınlar…
Herkes dinin bir tarafını tutmuş, din adına ahkâm kesiyor, yetmiyor kafa kesiyor. Zarar verdikleri başta dinin kendisi, Müslüman halklar ve İslam algısı…
Çatışma, şiddet ve terör o kadar karmaşık hesaplara dayanıyor ki, kim kimin adına neyin mücadelesini veriyor belli değil.
Mezhep temelli nüfuz mücadeleleri, etnik temelli ayrışma çabaları, dış güçlerin kontrolünde yürütülen vekâlet savaşları, grup/aşiret temelli çıkar kavgaları...
Görünen o ki, örgüt temelli çatışmalar devlet temelli çatışmalara evrilmek isteniyor. Küresel siyaset mühendislerinin müdahaleleriyle Ortadoğu halklarını daha da zor günler bekliyor.
Bu hastalıklı halin temelinde dinden kalkarak racon kesmeye çalışanların tahrikleri de önemli rol oynuyor.
Son zamanlarda Selefi, Vahhabi, Harici eksenlerin ortasında oluşan bir dini/siyasi anlayış var. Kimisi akıl’ı, kimisi insanların hakemliğini (Hz. Ali-Muaviye hadisesinden bu yana), kimisiinsanların rey’ini dinden uzaklaştıran küfrî alametler olarak görüyor.
Kendisini hakikatin merkezine koyup her anlayışı ve kendisine tabi olmayan herkesi sapkın görmek; kendisi gibi düşünmeyen Müslüman’a silah çekmek, dış güçler adına içeride taşeronluk yapmak...
Selefiliğin modern zamanlardaki versiyonu, öze dönüş ve dini canlanma arayışını aşarak özellikle çatışma bölgelerinde şiddet eğilimli ve travmatik anlayışlar üretiyor.
Selefiliği kabul etmeyen herkesi ehl-i bidat ve ehl-i dalalet gören inhisarcı anlayış bir kısım örgütlerin ideolojisi olmuş durumda. Taassup, sertlik, aşırılık, tekfircilik kol geziyor.
Selefiliğin, akıl, mantık, tevil, felsefe, yorum gibi kavramlara uzak durması daha keskin ve farklı olanı yadsıyan anlayışlar üretiyor.
Şia kültürüne yaslanan örgütlerin ve paramiliter grupların yürüttükleri vekâlet savaşları da işin başka bir boyutu...
Dini/mezhebi kimi uç anlayışların veya etnik milliyetçiliklerin ürettikleri sorunlar dış güçlerin kaşımasıyla bölgeyi daha da karıştıracak gibi görünüyor.
Müslüman ülkeler arasında tırmanan gerilimler hiç hayra alamet değil. Bu ülkelerin iç dinamiklerine yapılan müdahalelerle bölgesel dizaynın tamamlanmaya çalışıldığı anlaşılıyor.
Diğerinin varlığını kendi varlığı için tehdit olarak gören anlayış aslında başka güçlerin nüfuzunu güçlendirmekten başka bir amaca hizmet etmiyor. Neticede akan ve akacak olan yine kardeş kanıdır. Sünnisi-Şiisiyle, Türkü-Arabı-Acemi-Kürdüyle inananların kardeş olduğu gerçeğiyle hareket etmek ve oynanan oyuna gelmemek gerekiyor.