Cumhurbaşkanı Erdoğan, Mustafa Kemal’den söz ederken, özellikle “Gazi” nitelemesini kullanır. Buna özen gösterdiğini biliyorum.
Bu vurgulamanın yahut nitelemenin (onların hoşlanacağı ifadeyle söylersek) “neyi imlediğini” anladıklarını düşünmüyorum. Bunun bir “tedbir” olduğunu, “Atatürk” demek zorunda kalmamak için bu nitelemeyi kullandığını sanıyorlar.
Biraz Attila İlhan karıştırmış olsalardı, “Gazi”yle bazı müstevli kafalıların “Atatürk”ü arasında bir fark olduğunu göreceklerdi. Kaldı ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan “Atatürk” ismini de kullanıyor. Hem de sıklıkla kullanıyor.
Zaman zaman Halk TV’de karşımıza çıkan bir zatı muhterem, iki gün önceki Cumhuriyet bayramı etkinliklerini değerlendirirken şöyle diyordu: “Erdoğan Atatürk’le barışıyor... İnönü’yle de barışmalı...”
İlk bakışta makul bir önerme gibi geliyor.
Makul ama haksız...
Makul bulduğunuzda, “barışıyor” ifadesiyle yöneltilen gizli suçlamayı da kabul etmiş oluyorsunuz...
Oysa Erdoğan Atatürk’le hep barışıktı.
Daha doğrusu, siyasi kavgasının rakip ve partner ismi hiçbir zaman Atatürk olmadı. Atatürk’ü özenle tartışmanın (siyasi kavgasının) dışında tuttu.
Bence, Erdoğan’a akıl verenler öncelikle Atatürk’le barışmalıdırlar ve Atatürkçülük adına sergilenen “İnönücülüğü” terk etmelidirler.
Cumhuriyetin ilk yıllarını “iki dönem” olarak değerlendirebiliriz.
CHP’liler (bu çıkmazdan kurtulmak istiyorlarsa) partilerinin kurulduğu döneme, hangi şartlarda kurulduğuna, hangi misyonla devreye sokulduğuna bakmalıdırlar ve “kıyaslamalı olarak” ilk iki dönemi (Atatürk ve İsmet İnönü dönemini) doğru bir değerlendirmeye tabi tutmalıdırlar.
Daha önce de yazmıştım. Kısaltarak aktarıyorum:
İlk dönem CHP’si idealizmlerin CHP’siydi ve ülkeyi Batı’ya taşımak gibi bir misyonla yola çıkmıştı. Bunda kısmen başarılı olduğu söylenebilir.
İkinci dönem CHP’si, görünüşte Batı’cı ve çağdaştı ama birinci adamın (Atatürk’ün) idealizmini “dondurmaktan” öte bir işlev görmedi.
Rahmetli Attila İlhan bütün kötülükleri İsmet Paşa’ya fatura ederdi.
Ben de öyle yapıyorum.
İyi mi yapıyorum?
Beni Attila İlhan’vari bir tutum benimsemeye iten şey, bir dönemi kullanarak bir başka dönemi aklamak değil... Maksadım, nüanslara dikkat çekmek... “Birinci adam” ve “ikinci adam” arasındaki yaklaşım farkının altını çizmek…
Birinci adam (her şeye rağmen) meşruiyetçiydi.
İkincisi değildi.
Birinci adam en sıkışık zamanda bile “millet iradesi” diyordu. Hatta görece demokrat bile sayılabilirdi. En azından, “Serbest Cumhuriyet Fırkası” gibi iyi niyetli bir girişimin sahibiydi.
İkincisi korporatistti.
Birinci adam kökeni Sümer ve Hititlere dayanan, Anadolu topraklarıyla ve bu topraklardan türeyen kültürle harmanlanmış bir ulus yaratmayı öngörüyordu. Başaramamıştır, ayrı... Başarılabilir bir iş değildir çünkü.
İkincisi, “Yunan/Latin” kültür değerlerine bağlı devşirme bir topluluk oluşturmaya çalışıyordu...
Birinci adam “kısmi liberalizm” diyebileceğimiz bir iktisadi modeli benimsemişti ve 30’ların sonuna doğru İktisat Vekili Celal Bayar eliyle bunu uygulamaya koymuştu.
İkincisi ölümüne devletçiydi; “yarı karma” kavramına bile tahammül edemiyordu... İktisadi kalkınmayı ise, “Sovyetler Birliği”nin “kolhoz” ve “sovhoz” adı verilen kadük uygulamalarından ibaret görüyordu.
Birinci adama göre çağdaşlık, kültürde ve bilimde “muasır medeniyet seviyesi”ni yakalamaktı.
İkincisine göre çağdaşlaşmanın “olmazsa olmaz” şartı birtakım uyduruk Grek filozoflarını özümsemek, gariban köy çocuklarına mandolinle Mozart çaldırmaktı. “Köy Enstitüleri” ve “Halkevleri”, bir dönem, bu amaca hizmet etmişlerdir.
Birinci adam daha rasyoneldi; kültürel kalkınmayla birlikte sınai kalkınmaya da önem veriyordu.
İkincisi salt “ilerlemeci”ydi ve kalkınmanın “kültürel dönüşüm”le (bir tür “yabancılaşma” programıyla) mümkün olabileceğini savunuyordu.
Uzatılabilir ama şimdilik kifayet eder...
Hülasa... Erdoğan’ın İnönü’yle de barışması gerektiğini savunanların bu iki dönemi derinlemesine kavramaları) ve öncelikle kendilerinin Atatürk’le barışmaları, yani “Türkiye düşmanları”yla iş tutmamaları gerekiyor!