Cumhurbaşkanımız R. Tayyip Erdoğan’ın uluslararası düzeyde liderliğini ortaya koyduğu olayların başında 2004’teki 17 Aralık Avrupa Birliği zirvesi gelir. Erdoğan, Başbakan olarak katıldığı bu tarihi zirvede yine bir Hollandalı olan dönemin Dışişleri Bakanı Bot’la büyük bir restleşme yaşamıştı.
Müzakerelerin başlaması için Türkiye’nin önüne sıkıntılı şartlar koyan AB yetkililerine karşı Erdoğan rest çekerek görüşmeleri terk etmiş, ardından dönemin Başbakanları Schröder, Berlusconi ve Blair gibi Avrupalı liderler araya girerek Erdoğan’ı ikna etmişler ve uygun bir zeminde Türkiye müzakerelere başlama tarihi almıştı.
Erdoğan’ın o günkü tavrı, müstemleke valisi gibi tepeden konuşan Hollandalı Bakan Bot’u kal’e almamak ve kapıyı vurup çıkmak şeklinde olmuştu.
Avrupa’da Türkiye’nin üyeliğini hazmedemeyen ülkeler kimi zaman Güney Kıbrıs’ı, kimi zaman Hollanda gibi bu tür ülkeleri kullanarak sorunlar çıkarmışlar ve Türkiye’yi dize getirmeye çalışmışlardır.
Avrupa Birliği’nin derin devlet gibi bir derin zihniyeti var.Bu zihniyet Türkiye’ye din temelinde bir karşıtlıkla yaklaşıyor ve Avrupa geleceğinin şekillenişinde Türkiye gibi büyük bir Müslüman ülkenin etkili olmasını içine sindiremiyor. Çoğu zaman Almanya’nın aleni ayak diremesi şeklinde tezahür eden bu anlayış, farklı dönemlerde nüksediyor ve farklı aktörler üzerinden Türkiye ile gerilim üretiyor.
Türkiye iskelede demir atan ama karaya ayak basmayan bir konumda tutulmak isteniyor.
Eski Hollanda Dışişleri Bakanı Ben Bot, Bakan Çavuşoğlu’nun uçağına iniş izni verilmemesi sebebiyle hükümeti fevri davranmakla eleştirirken, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ilgili nezaketsiz şöyle bir yorum yapıyor: “Ben onunla daha önce de çalıştım. Yontulmamış biri. Biraz da doğu kültürü, çabuk tepki verirsin. Ama geçer. Biz Türkiye ile ilişkilere odaklanalım”.
Türkiye’ye efendilik taslamak isteyen ama Erdoğan’ın siyasi şamarıyla zavallılığını gören bu tür adamların uyumdan ve diplomasiden anladığı teslimiyet ve biattır. Erdoğan ise hakikati haykırmaktan çekinmeyen bir dobralık sergiliyor…
Bu yaklaşım şunu gösteriyor: AB, Türkiye ile eşitlik temelinde bir ilişkiden ziyade kendi güdümünde ve uydusu gibi hareket eden bir ülke istiyor.
Son günlerde başörtüsü kararı ve din karşıtı faşist açıklamalar Avrupa’da 28 Şubat zihniyetine benzeyen bir rüzgâr estiğini gösteriyor.
Eğer Türkiye’de 28 Şubat zihniyetini temsil eden bir iktidar olsa, AB demokratik standartları bir yana bırakıp kendisine biat eden bir otoriter rejimi bağrına basar.
Bugün gelinen noktada AB, Müslümanlığı ve dindar kesimin demokratik haklarını hiçe sayan bir anlayışı kendi ruh ikizi gibi görür ve heyecanla selamlar.
Vesayet odaklarının etkili olduğu anti demokratik ve otoriter bir rejim, AB için Türkiye’nin kontrolde tutulması ve AB’ye de yaklaştırılmaması için daha muteberdir. Türkiye, darbeci ve otoriter yönetimi sebebiyle hariçte kalır ve cazibe merkezine dönüşemez, aynı sebeple dahile alınarak gelişme kaydetmesine de izin verilmez. Bu yüzden vesayetçi bir yapı onlar için en makbul olanıdır.
Eğer 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsa ve FETÖ’cüler ülke yönetimine hâkim olsaydı, bu Avrupa ülkeleri davul zurna çalarlardı.
Gözlerine ne FETÖ’nün din soslu çarpık anlayışı batardı, ne de kimseye nefes aldırmayan otoriter/baskıcı anlayışı…
Nitekim bugün FETÖ’cülerin sığınağı Avrupa ülkeleridir. Demokratik bir yönetimin demokratik haklarını kendi topraklarında kullandırtmayan bu ülkeler darbecilere de, teröristlere de kucağını açabiliyorlar.
Bu yüzden AB’nin derdi Türkiye’nin demokratik görünümü değil, zapt edilemeyen demokratik yükselişidir.