Yeni romanı Masumiyetin Son Günleri (Profil Kitap) masanın üzerinde (okunmak üzere) bana bakıyor ancak gazetenin günlük yoğunluğunda henüz okuma fırsatı bulamadım. Önceki gün Anadolu Ajansı’na verdiği mülakatın başlığı dikkatimi çekince ‘Selahattin Yusuf ne diyor’ diye haberin satırlarına dalmışım. ‘Edebiyat söz konusu olduğunda’ diyor Yusuf, ‘İdeolojiler soğanın gereksiz dış kabuğu gibidir.’
Devam ediyor: “İnsanları, dünya görüşlerinden ayırıp, insan olma durumlarına eğilmek, dikkati oraya yoğunlaştırmak gerekiyor. Esas ele aldığımız şey insanın bireysel macerası olduğunda ideolojilerin çok önemi kalmıyor.”
Yusuf’un bu sözleri Gezi olayları öncesinde de konuşuluyordu. Hatta Türkiye’de farklı düşüncelere mensup yazar-çizer takımının ‘Gri alanları çoğaltmalıyız’ gibisinden karşılıklı ‘nazar boncuğu’ takma yarışını da hatırlıyorum.
Ancak araya Gezi girdi, ortalık hallaç pamuğu gibi dağıldı. Ortada gri alan da kalmadı. Sol ideolojinin en pembesinden en kızılına tüm renkleri savaş baltalarını çıkarıp saldırıya geçti. Şehrin duvarlarını dahi utandıran galiz küfürlerle kin kustular.
Selahattin’in sözleri iyi niyetli bir yaklaşımın tezahürü. Ancak o da altını çiziyor ‘Gezi olayları Türkiye’nin şakağına dayanan bir silahtı.’
Romanda dile getirdiği üzere, Turgut Özal öncesi solculuğu nispeten yerli, Özal sonrası solculuğu ise daha batıcı bulan ‘Masumiyetin Son Günleri”nin yazarı, Gezi meselesini bir metaforla anlatıyor: Her cenahtan insanla bir masada oturmuş, tatlı tatlı sohbet ediyorduk. Sonra içimizden biri bir silah koydu masaya ve ortalık buz kesti. Bunu ben yapmadım, silahı ben koymadım. ‘Gezi’ye katılan çekirdek ekipteki bazıları yaptı bu hareketi. Her toplumsal harekette bir masumiyet payı vardır, bunu kabul ediyorum ama ‘Gezi’ hareketi, bir bütüncül hikaye olarak Türkiye’nin şakağına dayanmış bir silahtı.”
O silahı çeken güruh, imkan bulsa tetiğe basmaktan kaçınmayacak. Bunu da böyle bilelim.
ABD sert ve yumuşak silahları
Oscar’ın habercisi sayılan Altın Küre Ödülleri’nde Fatih Akın’ın Fransız-Alman ortak yapımı Paramparça (In The Fade) filmine en iyi yabancı film ödülü verildi. Aylar önce ‘gerilla’ olarak nitelediği PYD filmi çekeceğini bir afişle duyuran Akın, belki de bugünlere yatırım yapıyordu. (Nobel’e giden yolda Orhan Pamuk’un Türkiye’ye yönelik ithamlarını hatırlayın.) Fatih Akın’ın filmini henüz görmediğimiz için yorum yapamıyoruz. Ancak gerek Altın Küre gerekse Oscar’da en önemli şey –ki bazen filmin bile önüne geçen- lobicilik faaliyetleridir. ABD, Ortadoğu’da kan bitmesin, savaş hep sürsün, coğrafya teröristsiz kalmasın, daha çok Müslüman kanı aksın, fitne bitmesin diye dünyanın gözü önünde PYD-PKK terör örgütüne 3 bin tır silah yığdığına göre, (Bu rakam belki de buz dağının görünen yüzü), Türk askerinin merhametini yücelten Ayla filmini eleyen Akademi üyeleri de, ‘PYD filmi çekeceğim’ diye ortalıkta dolanan ‘Alman Fatih’e Oscar’ı da verebilir. Yoksa siz, ‘yumuşak emperyalist güç’ Hollywood’un, Amerikan dış politikasından bağımsız hareket ettiğini mi düşünüyorsunuz?
‘Arif’ bahane reklam şahane
‘Eğer taşlanmayacaksam, Cem Yılmaz’ın son filminde hiç gülmediğimi söylemek isterim’ diyor bir sinema eleştirmeni. Yılmaz’ın meslektaşı bir yönetmenin sözleri de yenilir yutulur gibi değil: Bu film için filmin kalitesinden ziyade reklamın gücü merak ediliyordu. Cem Yılmaz PR için canını dişine taktı, depar attı, her yolu denedi. Komik olmayan, derdi olmayan, yorucu, yoğun, anlamsız diyaloglar silsilesi bir film; Sun’i, cıvık, conta sahnelerin yan yana dizildiği çamaşır ipi gibi… Sinema salonundan çıktığımda kafam kazan gibi oldu.’ İlginçtir; gişe rekortmeni pek çok filmle ilgili ‘Beğenmedim’ diyebilmek de cesaret işi haline geldi. O yüzden bu cesur çıkışlar ilgimi çekti.
Şahsen Cem Yılmaz filmlerinin hayranı değilim. Televizyonlarda gösterildikçe izlerim. Bugünden yarına kalabilecek çapta filmler değil, ama Türk sinemasında elbette bir Cem Yılmaz filmleri yekunu olacaktır. Keşke sinemamızda (sektörün dönmesini sağlayan) sabun köpüğü işlerin yanında daha kalıcı, ufuk açıcı, Türk sinemasına dünya çapında prestijler kazandıracak sosyal içerikli, psikolojik, politik, biyografik filmler de yapılsa. Gül gül nereye kadar!