Sayın eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Cumartesi günü savunma sadedinde yaptığı konuşmanın özeti şudur: “Geniş bir mutabakat oluşsaydı, Erdoğan’ı devirecektik.”
Gül’ün, basın açıklaması sırasındaki hafiften kırılmış, üzgün, dostları tarafından gadredilmiş de meramını anlatmakta zorlanıyormuş tavrı yanıltmasın sizi.
Kırgınlığı, bir tür “suçüstü” psikolojisinden kaynaklanıyordu.
Şu sözler kendisine aittir: “Geniş bir mutabakat söz konusu olursa, üzerine düşeni yapmaktan çekinmeyeceğimi söylemişimdir. Temel Bey’in yaptığı görüşmeler neticesinde böyle bir mutabakatın olmadığı görülmüştür. Böylece adaylığımla ilgili süreç artık söz konusu değildir.”
Gül’ü “aranan aday” haline getiren motivasyonu biliyoruz: Erdoğan ve onun yönetimine duyulan tepki...
Bu “tepki”nin bir “Erdoğan’dan kurtulalım da, ne olursa olsun konsorsiyumu” oluşturduğunu da biliyoruz.
Mebzul miktar iç ve dış aktör barındıran, aynı zamanda iç ve dış ayağı olan bir konsorsiyum bu...
Konsorsiyumun başat hedefi, yukarıda da söylediğim gibi, ne surette (hangi enstrümanlarla, hangi yöntemlerle, hangi adaylarla) olursa olsun “bir an önce” Erdoğan’dan kurtulmak...
Gül’ün, basın açıklamasının ilk bölümünde söyledikleri manidardır.
Kötü gidişata dair bir çerçeve çizdi.
Kutuplaşmadan filan söz etti... (Sanki bir Norveç geçmişinden geliyoruz ve en sert, en hastalıkla kutuplaşma kendi Cumhurbaşkanlığı döneminde yaşanmamış gibi...)
Ekonominin alarm verdiğini söyledi, adalet talebini dillendirdi, üstü örtük cümlelerle “dünyadaki yalnızlığımıza” (AB’den dışlanmışlığımıza) dikkat çekti ve bütün bunların sorumlusu olarak da, Erdoğan ve yönetimini gösterdi...
Seçim öncesinde yaptığı gizli kapaklı görüşmelerde de hep aynı hususların altını çiziyor, “bir partinin ya da siyasi eğilimin” değil, bir “ilke”nin adayı olabileceğini söylüyordu.
İlke nedir?
Daha doğrusu hangi ilkeler etrafında görüş birliğine varılacak da, Gül adaylığı “lütfen” kabul edecekti?
Birincisi, bir an önce “parlamenter sistem”e dönülmeli...
Gül’ün referandumda “hayır” için çalıştığını, sevenlerini ve taraftarlarını bu yönde motive ettiğini, AK Parti içinde de mebzul miktar “destekçi” bulduğunu biliyoruz.
İlginçtir, kronik bir gadredilmiş olarak Gül, henüz denemediğimiz, yararlarını ve zararlarını görmediğimiz yeni sisteme karşı, kendisini Cumhurbaşkanı seçtirmeyen eski sistemi savunuyor... Dahası, geniş mutabakat oluşması halinde, eski sistemin bayraktarlığına soyunacağını söylüyor.
İkincisi, KHK’lardan doğan “mağduriyetler” bir an önce giderilmeli...
Üçüncüsü, Amerika ve AB ülkeleriyle aramızı açan “sınır dışı operasyonlar” durdurulmalı...
Dördüncüsü, yine Amerika ve AB ülkeleriyle aramızı açan enerji anlaşmaları (Rusya’yla yaptığımız enerji anlaşmaları, nükleer santral, hava savunma sistemi ithalatı) iptal edilmeli...
Muhtemeldir ki Gül, bu ilkeler çerçevesinde bir “mutabakat” arıyordu ve “tek aday” olmak istiyordu.
Bu mutabakat oluşsaydı, Gül, “Erdoğan’dan kurtulalım da, ne olursa olsun konsorsiyumu”nun deklare ettiği bu ilkeler çerçevesinde Erdoğan’ın karşısına çıkacak ve FETÖ’cü Emre Uslu’nun da itiraf ettiği gibi, “kansız değişimin” öncüsü olacaktı.
Mutabakat oluşmadı...
Daha doğrusu, partiler anlaşamadı...
Dolayısıyla (Gül’ün de itirazsız yattığı) siyasi mühendislik çabaları bir kez daha ters tepti.
Mutabakat, “toplumda” oluşmalıydı oysa...
Bu basit gerçekliği kavrayamamış Gül hem arkadaşlarının, hem toplumun gözünden düştü.
Yazık etti!
Çok yazık etti hem de...