Herkesin uzun yaşamak istediği ama yaşlanmak istemediği bir çağ bu.
Cildinin sarkmasına, saçının ağarmasına, belinin bükülmesine tahammülü yok kimsenin.
“Hızlı yaşa, geç öl, cesedin de yakışıklı olsun” sanki temel motto.
Tüketmek ve görünmek üzerine kurulan ve en ücradaki insanı dahi pençesine alan kapitalist sistem de buradan besleniyor artık. Kozmetik müdahaleler, palyatif tedbirler, takviye gıdalar yılların insan bedenindeki izini silmek için hep.
Bir yanda demografik bir dönüşüm var, öte yanda yaşlıların daha genç, dinç ve üretken olma çabası.
Tıp dünyası alarmda. Yaşla beraber gelen hastalıklar için hazırlanıyor, önleyici hekimlik yükseliyor. Yaşlı bakım merkezlerinden sağlık hizmeti verilen rezidans mimarisine, yaşlı bakım personelinin yetiştirilmesinden yaşlılar için dizayn edilen sağlık turizmine, kıyafet tasarımına kadar pek çok yeni sektör buradan uç veriyor.
***Aslında her ülke farklı bir hızda yaşlansa da küresel gerçek değişmiyor. Dünyamız daha yaşlı artık.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre 7 buçuk milyar olan dünya nüfusunun 703 milyonu yaşlı. Yüzde 9,3’ü yani. Her 10 kişiden biri 65+ neredeyse.
En yaşlı ülke yüzde 34,1 ile Monako. Sonra yüzde 28,8 ile Japonya ve yüzde 22,7 ile Almanya var. Yaşlı kıta Avrupa demografik olarak da yaşlı artık. Ortalama yüzde 20’lerde.
Türkiye’de ise TÜİK’e göre 7 milyon 550 bin olan 65+’nın toplam nüfusa oranı yüzde 9.1. Bu oranın 2039’da yüzde 14, 2060’ta yüzde 25 olması bekleniyor.
Bir milyara yaklaşan dünyadaki yaşlı nüfus 2050’de 2 milyarı aşacak deniyor. Ve dünya bu yeni gerçekle ne yapacağını “kara kara” düşünüyor. Bazı ülkeler yaşlıları ülke ekonomisine yük görüyor ve ne acı ki telaffuz etmekten de çekinmiyor. İş dünyası ise gözünü çoktan yaşlıların cebine dikmiş vaziyette.
***Peki, Türkiye’de durum ne? Hazır mıyız bu yeni duruma?
Tıbbi, mali, sosyal, toplumsal açılardan bu yeni toplumsal gerçekle yüzleşmemiz ve yaşlı nüfusun hem sıhhati hem verimi için hazırlanmamız gerekiyor mu?
Ben şartta her insanın ailesiyle yaşaması ve kendi evinde yaşlanması gerektiğine inanan biriyim. Bunu herkes için tüm kalbimle diliyorum. İnşallah ben de böyle sağlıklı ve uzun yaşar, yatağımda ölürüm.
Lakin toplumsal manada yeni bir durum oluştuğunu da görmek değerlendirmek gerekiyor.
Bir kere, gündelik hayat pratiklerimiz ve toplumsal değer yargılarımız hızla değişiyor. Şehirleşme ve çalışma hayatına katılımla beraber aile bireylerinin ev dışında geçirdiği saatler de artıyor. Üstelik insan ömrünün uzaması özel bakım gerektiren Demans ve Alzheimer hastalıklarının da artması demek.
Bu da demektir ki aileden kimsenin kalmaması yahut gündüz evde kimsenin olmaması gibi durumlar için daha fazla düşünmek ve örgütlenmek gerekiyor.
***Okuduğum makalelerden anladığım kadarıyla huzurevi, bakımevi gibi kurumların sayısının artması, evde bakım hizmeti için farklı modellerin geliştirilmesi ve uzman personelin şimdiden yetiştirilmesi lazım.
Halihazırda 27 bin büyüğümüz ev değil kurum ortamında hayatını sürdürüyor. 83 milyon nüfus içinde 27 bin Avrupa ile kıyaslanmayacak kadar düşük bir oran ama keşke hiç olmasa. Neticede yaşlıya hizmeti, hürmeti benimsemiş, büyüklerini başının tacı yapmış bir toplumuz biz.
Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bu yeni durum için geçen sene doğru bir adım attı ve ilk Yaşlılık Şurasını düzenledi. Huzurevi sayısını artırdı. Gündüz hizmeti sunan kuruluşları da artırmaya çalışıyor.
Sosyal devlet olmanın önemli bir göstergesi olarak devlet, yaşlıları (ve engellileri) evlerinde, kendi sosyal çevrelerinde tutmak ve ailelerin yükünü hafifletmek için her ay 170 bin yaşlıya bin 305 TL evde bakım yardımı veriyor.
YÖK’ten özel sektöre, Diyanet’ten medyaya kadar geniş bir alanın yaşlanan Türkiye üzerine çokça düşünmesi ve bir an önce hazırlanması gerekiyor.