Türkiye'nin dış politikadaki hamlelerine dair analizlere baktığımızda iki temel çerçeve görüyoruz. Bugünlerde yerini başka kavramlara bırakmış olsa da baskın paradigma, "eksen kayması" kavramında ifadesini bulurdu. 27 Mayıs dahil Türkiye'deki hemen her darbe ve müdahalede etkin olan Batıcıların kaygısını ve açıklama çerçevesini anlatan bir ifadeydi bu.
Soğuk Savaş'ın çift kutuplu dünyasında varolabilmek için iki kutuptan biri ile asimetrik-hegamonik bir ilişki kurmak gerekiyordu. Çeperdeki bağımlı ülkelerin askeri ve bürokratik elitleri kendi bekaları kadar ülkenin bekasını da bu bağımlılık ilişkisinde görüyordu.
Türkiye'nin askerine üniforma alamadığı, NATO'nun eskilerinin silah diye Türk ordusuna kakalandığı, Türk bayrağını göndere çekmek için kullanılan ipin bile ihraç edildiği dönemlerde bu bağımlılık ilişkisi bir zorunluluk olarak görülebilir belki. Ancak bu sıra düzeni değiştirebilecek hiçbir siyasi iradeye yaşam hakkı tanınmadığı, askeri-bürokratik vesayetin rejimi ve laikliği korumak adı altında Türkiye üzerinde kurulan tahakküme bekçilik yaptığı da malum. Son örneğini 15 Temmuz kanlı darbe girişimi sırasında gördük.
Diğer kanatta ise çift kutuplu dünyanın öteki kutbuna yaslanmış, kurtuluşu orada gören, dine olan düşmanlıklarına NATO'cuların dini kendi egemenlikleri için araç olarak kullandığını söyleyerek bahane arayan Avrasyacılar... Birbirinin mütemmim cüzü iki kanat. Her ikisi de özünde darbeci, ideolojik laikçi, elitist, halka rağmen halkçı... Gücünü halktan değil yaslandıkları hegemon güçlerden alan ve devletin kurumlarını bu güçlerin bölgesel ve küresel çıkarları için kullanıma açmaktan imtina etmeyecek zihniyette kadrolar...
***
İkinci kanattakilere göre Ak Parti, BOP'un Türkiye (Büyük Ortadoğu Projesi) mümessiliydi. Çünkü siyaset sahnesine çıktığı dönemde Batı'cı kanat tarafından desteklendi. Fakat, siyasi hayatı boyunca Türkiye'nin milli değerleri ve öz sermayesiyle yeniden ayağa kalması için çalışan ve halktan da bu sebeple destek gören bir siyasetçi olarak Erdoğan, süreç içinde önce Batıcı liberallerce sonra da ABD'nin, en büyük operasyonel istihbarat ağı olarak Türkiye'ye ve Türkiye'nin ilişkide olduğu tüm ülkelere yerleştirdiği FETÖ'cülerce itibarsızlaştırılmaya başlandı. Çünkü Türkiye'nin siyasi, askeri ve ekonomik alanlarda bağımsızlaşmasına çabalıyordu.
Söz konusu iki kesim için de Türkiye'nin hava savunma sistemini ABD'den değil Rusya'dan yahut NATO dışı bir ülkeden satın alması, eksen kaymasını da aşan temelli bir kopuşu ifade ediyor.
Rusya ile S-400 konusunda anlaşmaya varılmasına Avrasyacılar sevinirken NATO'cular bunun yanlış bir karar olduğunu söylüyor.Türkiye ise "bağımlı müttefik" rolünden kurtulup hem enerji hatları anlaşmalarıyla hem milli savunma sanayini geliştirme noktasında attığı adımlarla alternatiflerini çoğaltmaya, bir kamptan çıkıp başka bir kampın yörüngesine giren değil kendisi miğfer bir ülke olmaya çalışıyor. Son günlerde Türkiye'nin terörle mücadeledeki başarısını hedef alan SİHA'larla ilgili tartışmayı da S-400 anlaşmasına verilen tepkileri de böyle değerlendirmek gerek.
Şayet öne sürdüğü şartlar kabul edilseydi Türkiye S-400 savunma füzesini Rusya'dan değil ABD'den yahut görüşmeleri yapıldığı dönemde Fransa da alabilirdi. Birlikte üretim, bilgi transferi ve fiyat konusundaki şartlarını karşılayan ve S-400 savunma sistemine sahip herhangi bir ülkeden de...
Türkiye'nin güneyinde PKK'ya ordu düzen, 15 Temmuz sonrasında bile darbenin bir numaralı şüphelisi Fetullah Gülen'i iade etmeyen, etmediği gibi FETÖ'nün beslemesi Amerikalı hakim ve savcılar eliyle Türkiye'ye operasyon çekmeye çalışan ABD'nin "Türkiye neden bizden değil de Rusya'dan S-400 alıyor?" demeye herhalde hakkı yok.