Türkiye’nin en temel fay hattını, uzun yıllar laiklik-İslam çatışması oluşturdu. Demokratik düzenin askıya alındığı darbelerin gerekçesiydi, “laik rejimi” korumak. Askerlerin ağzından gazete manşetlerine taşınan “Laiklik elden gidiyor”, “İrtica hortladı” lafları bizim kuşağın 28 Şubat günlerinde en çok duyduğu ifadelerdi.
Ezanın yasaklandığı, onun yerine ucube bir Türkçe versiyonunuz icat edildiği dönemi yaşayanların daha travmatik hatıraları vardır kuşkusuz ama dini görünürlüğün son bir gayretle toplumdan silinmeye çalışıldığı 28 Şubat sürecinin yarattığı tahribat da çok büyük oldu.
Darbecilerin, darbeye zemin hazırlamak işine vazifeli kılınan medyanın, sendikaların, bir sermaye eliti oluşturan TÜSİAD’ın, yüksek yargı kurumlarının, meslek odalarının bahanesiydi Atatürkçülük.
O kadar ki NATO’cu askerlerle iş birliği haline başlatılan 15 Temmuz darbe girişiminin mimarları da kendilerini Atatürkçülükle meşrulaştırmaya çalıştılar. TRT ekranlarında silah zoruyla okutulan darbe bildirisinin, gelmiş geçmiş Atatürkçü darbe bildirilerinden farkı yoktu. FETÖ kendinden bir tek 17-25 Aralık’ta dolaşıma soktuğu “yolsuzluk” temasını eklemişti.
Müslümanlık kisvesiyle toplumda kendine yer edinen bu yapının, orduya sızmak için laiklik ve Atatürkçülüğü kullanmasının sebebi de buydu zaten. 1930’ların materyalist, pozitivist ve faşist pratiklerini bugünlere taşımak isteyenler için Atatürkçülük kullanışlı bir icat oldu.
Toplumun kendi doğal sermayesi ile boy vermesini engellemek icap ettiğinde budamak için elde Atatürkçülük vardı.
Bugün laiklik ve Atatürk milliyetçiliğinin Türkiye’yi bir ve beraber tutabilecek yegane ideoloji olduğunu savunanların fark edemediği de budur. Nasıl ki Türkiye’deki darbelerin her biri Batı tarafından, Türkiye’yi Batı çizgisinde tutmak adına desteklenmiştir, darbelere payanda yapılan Atatürkçülük de devletin toplumdan güç alarak boy vermesinin önüne geçmek için desteklenmiştir.
***
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, zaman zaman tartışma konusu da edilen, Atatürk değil de Gazi Mustafa Kemal demesi; Mustafa Kemal’i, devrim kanunlarının icra edildiği, toplum ve devlet arasına duvarların örüldüğü tek parti dönemindeki adıyla değil de Çanakkale’deki, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki adıyla yad etmesi bundandır.
Bu, Mustafa Kemal’i yadsımak anlamı taşımaz aksine onun rolünü ve yerini, bugün artık en katı Kemalistler için bile savunulamaz pratiklere dönüşen 30’ların mirası yerine tüm Türkiye için kabul edilebilir ve hatta takdir edilir misyonuyla öne çıkarmaktır. Bu yönüyle de yüz yıllık fay hattını onarmak adımı olarak görülebilir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 10 Kasım dolayısıyla verdiği mesajlarda öne çıkan, böyle bir yaklaşımdı. “Ne diyor Gazi, ‘Anadolu bu savunmasıyla yalnız kendi hayatına ait vazifeyi yerine getirmiyor, Doğu’ya yönelik hücumlara bir set çekiyor.’ Bu söz Anadolu’nun zulmün önündeki son kale olduğunun tüm dünyaya ifadesidir. Zulmün önündeki bu son kaleyi daha da büyütüp güçlendirmek mecburiyetindeyiz” cümlesi, 15 Temmuz karanlığını yarmayı başarmış bir millete hitaben söylenmektedir. “Yeni Türkiye kavramı ilk kez Atatürk tarafından Nutuk’ta defalarca zikredildi” hatırlatması da keza.
Bu, Kemalizmi tahkim etmek değil, toplumun yapı taşlarını yerli yerine oturtmak, topluma yabancılaşmış bir devletin güçlenecek enerjiden yoksun olduğunu hatırlatmak ve aslında Atatürkçü elitizme sınırlarını göstermektir.