Kendilerini dünyanın efendisi olarak gören ve "Denizaltılarımızın periskopunu, zırhlılarımızın bacalarını gören Türkler arkalarına bakmadan kaçacaklardır" (Savaş Bakanı Lord Kitchener) diyerek gelen İngilizlere had bildirmemiz bile, Çanakkale'nin unutulmaması; unutturulmaması için yeterli sebeptir.
Kaldı ki milletler, zaferlerini de hatalarını da yeni nesillere aktarıp, birinden ilham; diğerinden ders alabilirse ilerler.
O halde soralım; Çanakkale Zaferi'ni yeni nesillere aktarabildik mi?
Önemli olan senede bir gün hamaset nutukları atmak değil; o ruhu yaşatmaktır.
Gelin; iki karşılaştırma yapalım ve cevabı birlikte bulalım.
1915 Ramazan'ı hem senenin hem de savaşın en "harâretli" günlerine rastlamıştı. Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Efendi, "Savaşan askerler oruç tutmakla mükellef değil"diye fetva vermişti ama cephedeki bir askerimiz, "İttihatçı fetvası"na güvenmemiş, gece bulduğu birkaç parça kuru ekmeği yiyerek gizlice niyetlenmişti. Ertesi gün iftar saatinde savaşın yoğunlaşması üzerine tam da "Galiba orucumu açamayacağım"diye düşünürken "Ateş kes..." komutu gelmiş ve peşinden "Allahü ekber" nidaları yükselmişti. Ezanın tamamlanmasıyla da siperde; mataralar elden ele gezmişti.
Sadece kendisinin niyetli olduğunu zanneden askerimiz çok şaşırmıştı. Arkadaşlarının, hiçbir şey yemeden oruç tuttuğunu düşündü... Çok utandı.
Bir Ramazan sahnesi de günümüzden aktaralım:
Ramazan'ın 4. gününe rastlayan 9 Mayıs 2019 tarihindeki TBMM Genel Kurulu'nda, CHP Milletvekili Tufan Köse; bütün Türkiye'nin "canlı" izlediği konuşmasında, "Bu ülke savaş meydanlarında kuruldu" demiş ve sonra da, kürsüdeki bardağı kafasına dikmişti. Bunun üzerine AK Parti sıralarından İmran Kılıç, "Siz önce milletin Ramazan ayına saygı gösterin. Burası Müslüman Türk milletinin kürsüsü" demişti ama cevap; HDP sıralarından gelmişti. Hemen devreye giren HDP Mardin Milletvekili Tuma Çelik "Burası Müslüman Türkiye değil; laik Türkiye, ben Müslüman değilim" demişti.
O gün Çanakkale'de milleti için savaşırken; sahur yerine mermi yiyerek oruç tutan askerler, bugün ise onların kemiklerini sızlatan nankörler!
Gelelim ikinci sahneye...
12 Ağustos 1915 Perşembe sabahı güneş farklı doğmuştu Gelibolu sırtlarına... Çünkü İslam âlemi, "bayram" coşkusu yaşıyordu. Cephede de aynı heyecan vardı. Göğsü iman dolu mücahitler, ateş altındaki oruçlarını, "bayram namazı" ile taçlandırmak istiyorlardı. Ancak cephe kumandanı, "Düşmana toplu hedef olursunuz" endişesiyle izin vermek istemiyordu.
Bu kumandan sıradan bir İttihatçı değil, 10 Temmuz 1908 günü Manastır'daki (sonradan Hürriyet adı verilen) meydanda "Ya Kanun-i Esasi, ya ölüm" naralarıyla meşrutiyet ilan eden Güney Cephe kumandanı Vehip (Kaçı) Paşa idi. İttihatçı paşa yine de, askerin yoğun isteğine "Hayır" diyememiş; namaza izin vermişti.
Aman Allah'ım... Namaz esnasında zuhur eden manzaraya herkes hayret etmişti. Zira açık bir Ağustos havasında, sadece o meydana küme küme inen beyaz bulutlar; bayram cemaatini düşmandan gizlemişti.
Hatta çok yakın olan düşman siperlerinden; namaz kılan cemaat görülemese de, coşkulu teşrik tekbirlerinin duyulması üzerine, İngilizlerin "Halifeyi kurtarmak için Almanlarla savaşıyoruz" diye kandırdığı Müslüman Hint askerleri savaşmayı reddetmiş; bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı da firar etmişti. Bunlardan birinin kaçış hikayesini, yıllar sonra; Pakistan'dan eğitim için gelen torunu Binbaşı Muhammed'in anlattığını, emekli Kurmay Albay Ziya Burcuoğlu "Bilinmeyen Yönleriyle Çanakkale Zaferi" kitabında anlatmaktadır (s. 130).
Darbeci bir İttihatçı olmasına rağmen maiyetindeki askerlerin inanç ve ibadetlerine saygı duyan paşalardan, tek derdi; ordudaki namaz kılan subayları ayıklamak olan generallere terfi ettik!