Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Erdoğan dün grup toplantısında şöyle yorumladı 23 Haziran sonuçlarını:
“Nerelerde eksiklik, yanlışlık varsa gidermenin yollarını arayacağız. Milletimizin mesajlarını görmezden gelip kulağımızın üzerine yatma lüksüne sahip değiliz. Bizim siyaset anlayışımızda millete küsmek darılmak, hele hele milleti suçlamak asla yoktur.”
Gerçekçi, sahiplenici, yapıcı bir yaklaşım bu. Mesajın nasıl değerlendirileceğini zamanla görürüz ama bu yaklaşımın tabanda ve teşkilatta sağlıklı bir sonuç üreteceği açık.
Partililer de, oy verenler de İstanbul kaybedildiği için hayli üzgün aslında. Sebeplere dair farklı görüşlere sahipler ama kasıt aramadan, öfkelenmeden ve çirkinleşmeden üzülüyorlar. 23 Haziran sonrası ortaya çıkan fırsatçılara itibar etmeden edepleriyle dertleniyorlar.
Dipte süren ve siyaseti de kapsayan bir sorgulama epeydir vardı esasen AK Parti’nin yükseldiği habitatta. Hırpalama amacı gütmeden, kişisel hesap görmeye kalkmadan, “ben demiştim” demeden sakince yapıyorlar bunu. Sayıları da hiç az değil. Buradan toparlayıcı bir çıktı beklemek lazım.
Duygulara oynadılar!
31 Mart matematiğin, 23 Haziran duyguların öne çıktığı seçimler oldu.
31 Mart’ta ittifak blokları toplam oyun hesabıyla çıktılar yola. AK Parti ve MHP’den oluşan Cumhur İttifakı, Türkiye’nin varlık-beka mücadelesini sırtlandığı için, kampanyası bunun üzerine kurulmuş olmasa da bundan etkilendi. Bölgesel-küresel kuşatma, terör tehdidi ve riskler sıkça konu edildi.
Haliyle seçmeni “bu riski görmeye” zorlayan, geçmişle ve gelecekle “korkutan” negatif bir söylem bir şekilde oluştu. CHP belediyeciliğinin iyi örneklerinin olmaması, İstanbul’un 25 yıl öncesi hatırlandığında insanların ödünün kopması da refleks halinde buna eklenince tepkili bir dil kendiliğinden gelişti.
CHP ve İP’in açıktan, HDP’nin gizli, Saadet’in tersten desteğiyle oluşan karşı blok ise denklemi denkleştirebilmek için tek ortak noktaları olan “Erdoğan-AK Parti karşıtlığını” pozitif bir kampanya ile örtbas etmeyi başardı.
Bir arada olma sebepleri negatif, amaçları yıkıcıydı (AK Parti-Erdoğan’ı yıkma) ama ilk kez başarma ihtimalleri de vardı ve bu yüzden kampanyanın duygusu “umut” oldu.
Sevgi, kucaklaşma, ötekileştirmeme gibi pozitif vurgular ise çift yönlü çalıştı. Hem rakiplerini zan altında bırakmak, hem de birbirine zıt siyasi kesimleri (Türk milliyetçisi-Kürt milliyetçisi, Milli Görüşçü-katı Kemalist, marjinal sol-muhafazakar) bir araya getirirken işe yaradı. Sağ-muhafazakar seçmene ulaşmak için önceki seçimlerde denenen “karşı kamptan adam devşirme” işinin tutmadığı da anlaşıldığından İmamoğlu onlar için en doğru isimdi ve tuttu.
31 Mart’a böyle gidildi ve adayların oyları tartışmalı bir düzlemde de olsa dengelendi. Ama 23 Haziran’da oluşan fark tamamen tepkiseldi.
YSK’nın seçim iptal kararına duyulan tepki, iyi yönetilemediği içindir ki Yıldırım’a hak etmediği bir mağlubiyet, İmamoğlu’na ise olgusal düzeyi zayıf bir mağduriyet yaşattı.
CHP kampanyasını yürüten Necati Özkan, verdiği röportajda algı üretmeye tam da buradan başladıklarını söylüyordu dün: “YSK’nın uydurduğu gerekçeye yurttaşlarımızın çoğu inanmadı. Bu haksızlık üzerine inşa ettik kampanyamızı. Duygulara, kalplere seslendik.”
Yıkıcı blok, yapıcı siyaset üretir mi?
Muhalefet bloğunda büyük coşku var bugünlerde. Kolay değil, İstanbul özelinde 25, Türkiye genelinde 69 yıldır seçim kazanmak nedir bilmiyorlar.
Hele AK Parti’nin vesayeti sonlandırmasından beridir derin bir depresyon yaşanıyordu CHP cenahında. Daha geçen yıl seçimi kaybeden CHP Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce “şizofrenler” demişti CHP’lilere. “Umut” ilaç gibi geldi.
Teorik düzlemde, CHP’nin siyasete dönmesi Türkiye’nin hayrınadır elbette. Pratiği zamanla görürüz. Bakalım “yıkıcı bir amaçla” oluşan muhalif bloktan “yapıcı bir siyaset” çıkabilecek mi?