Küresel salgınlar insanlık tarihinde önemli kırılma noktalarıdır. Bu tür ma’şeri hadiseler bir yandan önemli değişimlere-dönüşümlere sebep olur ve yeni durumlar üretirler, diğer yandan en temel, en basit hakikatleri yeniden gözler önüne sererler.
Salgının ne tür sonuçlara sebep olacağını, yaşam tarzından alışkanlıklara kadar neleri değiştireceğini zaman içinde anlayacağız. Ama hiç değişmeyen temel hakikatleri bugün yeniden düşünmek, tekraren hatırlamak mümkün…
İnsanoğlu akıl ve irade ile diğer mahlûklar arasında özel bir konuma sahip, nükleer silah yapabilecek, uzaya gidebilecek, quantum bilgisayarlarıyla teknolojik sıçramalar yapabilecek yetenekleri var. Ama diğer yandan bir virüsün altüst edebileceği bir zayıflığı ve acziyeti de var.
İnsan olmak birçok felsefi ekole göre ayrıcalıklı, üstün, özel bir varlık halini ifade ediyor. Hayvanlar veya bitkilere göre insan olmak doğuştan gelen bir imtiyaz.
İslam düşüncesine göre de insan olmak, Allah’ın özel bir lütfu ve nimeti. Ama tek başına insan olmak insana bir üstünlük vermiyor. İnsana değerini kazandıran insan olarak seçilmiş olması değil, kendi seçimleriyle, yani irade ve eylemleriyle anlam kazanmasıdır.
İslam’a girişin kapısı olan kelime-i şehadette, Hz. Muhammed’in (sav) Allah’ın ‘kulu’ ve ‘resulü’ olduğuna dair bir deklarasyon vardır. Yüce Allah’a kul olmak da nebi olmak da iki özel durum, iki önemli makamdır.
İnsanoğlu, insan olmayı da, peygamber olmayı da seçemiyor, ama kul olmak (iman etmek) insanın iradesiyle Allah’ın hidayetiyle gerçekleşen bir durum. Peygamberler, inananlar içinde en yüksek mertebeye ulaştırılan yüce şahsiyetlerken, kullar/mü’minler de insanlar içinde yüksek makama sahip olanlar, ebedi saadete namzet hale gelenlerdir.
Kâinatta her şey Allah’ın mahlûkudur, bir nevi Ayetullah’tır, yani Allah’ın işaret ve delilleridir ve onun kudretine teslim olmuştur. Mü’min kullar ise gönüllü bağlılıkla ilave bir teslimiyet oluştururlar.
Allah’a kul olmak, hakikati dile getirmek ve ilahi nizama uygun bir hayat sürmek ile hakikati örtmek, inkâr etmek, reddetmek arasında ebedi bağlama uzanan büyük bir uçurum vardır.
Elbette her inanan kul da eşit değil; cahil ile âlim, zalim ile adil, gafil ile kâmil, günahkâr ile muttaki arasında büyük farklar var. İnanmak ile inanmamak arasındaki büyük farklılık yanında inananlar arasında da kâmiller, arifler, muttakiler, muhsinler, muhlisler, şehitler, Nebiler arasında derece farklılıkları var.
İman, hayatın anlamını, varlık âleminin rengini, ölüm öncesi ve sonrasına dönük bakış açısını değiştiren bir olgu.
İmanın gönülden bağlılıkla, hasbi bir kabulle, samimi bir teslimiyetle, kalbi bir tasdikle ilişkisi vardır ama aynı zamanda kalp ile tasdikin yanında dil ile ikrar gibi bir boyutu da bulunmaktadır.
Kelime-i şehadet, dil ile ikrarı, sözlü bir eylemi, sesli bir deklarasyonu kapsar. Gönülden bağlanmak ve tasdik etmek ile bunu deklare edip ortaya koymak, iradi bir eylem ve pozisyon geliştirmektir.
Mü’min ile Müslim arasındaki ilişki bu ikrar ile kurulur; yani kişi dile getirdiği inancın sonucunda bir teslimiyete, bir yükümlülüğe doğru yol almayı kabul eder.
Bu yönüyle dil ile ikrar, bir hukuk başlatmaktır, bir kimlik oluşturmaktır, bir yükümlülük çerçevesini kabul etmektir (benzer şekilde nikâhın duyuru boyutu taşıması da hukuk oluşturmaya matuftur). Bu yükümlülükler Allah’ın hukukuna uyma yanında kulların hukukunu korumak için bir nizam ortaya koyar. Şehadetin başkalarının duyacağı bir deklarasyona dönüşmesi, bir nevi şehadete şehadet edilmesi sosyal bir olgudur. İmanın Allah’a yönelik bir ahit olmakla birlikte topluma karşı bir çağrı ve hitap boyutu da vardır. İnsanların birbirinin hukukunu koruması, hem insani bir görev, hem imani bir yükümlülüktür.
Sözün özü, insan olmak Allah’ın büyük bir lütfu ve nimetidir. Ama asıl olan iyi bir kul olarak, yani kendi irade ve seçimlerimizle doğru olanı yapmaktır. Makamların en büyüğü de bu yolda kazandıklarımızdır.