Hiç baskı kurmadan ve hiç tempo yükseltmeden; hantal/hımbıl/miskin “Set oyunu” ile; değil İzlanda milli takımını, başkentleri Rejkjavik’in mahalle çocuklarını bile yenemezsin... Bu kadar çağdışı, bu kadar yaratıcılıktan yoksun, bu kadar üretimsiz bir futbol; yüzyıl önce bile yoktu.
Adamlar korner atışı kullanıyor... Gelen topa, 3 İzlandalı arka arkaya kafa vuruyor; ama bizimkilerin müdahale edecek gücü/tekniği/uyanıklığı yok. Biz, kendi aramızda ve kendi yarı sahamızda sürekli “Al gülüm-Ver gülüm” pasları yapmayı marifet sanıyoruz. Bu gaflet zaten adamların işine geldi, lüzumsuz oyalanmaya fırsat verdiler... Ama onlar bir şekilde topu ayaklarına geçirdiklerinde; “Kontratak nasıl olunur”un ibret verici (Hatta dehşet verici) derslerini sundular. Üstelik hiç telaşa kapılmadan, soğukkanlı/sakin oynayarak...
Hepimizi utandıran gollerden biri de; kaleciden gelen topla, sadece kendileri oynayarak kalemize girmesiydi. Fiyasko ötesi bir şey!..
***
Polonyalı hakemin bize karşı tavrı da, “Beter olsunlar” türünde bir yaklaşımdı. Burak’ın ofsayt olmayan bir atağını kesti... İzlandalı’nın koluyla önüne kattığı topa düdük çalmadığı gibi; auta giden topu da kornere çevirdi. Tabii bunlar züğürt tesellisi... Hakem bunlara doğru karar verse ne değişecekti ki?
Rakibin taç atışları bile, tehlikeli korner kıvamındaydı. Hepsi; usta bir heykeltraşın yontusu gibi bıçkın/atletik/gösterişli delikanlılar... Neyi, nasıl, niçin, ne zaman, ne şekilde yapacağını bilen, özümseyen, uygulayan bir takım görüntüleri vardı. Maçı sağlama aldıkları garanti skordan sonra, oyalanalım diye bize avans tanıdılar. O noktada bile işe yaramadık.
***
Avrupa Şampiyonası finallerine, (Üstelik bunları yenerek) bir mucize ile katılmıştık. Benzer bir şansı yeniden denedik ama; mucizeler de o kadar yalama değildir... İşini baştan sıkı tutarak; gerekeni gereken özenle yaparsan, zaten mucizeye de ihtiyacın olmaz. Bizim gibi dalgalı denizlerin, sakin limanı/marinası/sahili yok.