Yaptırım, ambargo, kısıtlama gibi kavramlar bir kurumun, birliğin veya ülkenin başka ülkelere yönelik uyguladığı bir tür cezalandırma, caydırma, hizaya getirme pratikleridir. Geçmişte askeri amaçlarla başvurulan bu yöntemlerin bugün diplomatik baskı aracı olarak kullanıldığını görüyoruz.
Normalde uluslararası hukukun bir gereği olarak ortaya çıkması gereken yaptırım uygulaması günümüzde hukuki zeminden ziyade siyasi zeminde bir fonksiyon görüyor.
Türkiye’nin S-400 hava savunma sistemin almasına karşı ABD’nin yaptırım uygulayacağı veya bir kısım kısıtlamalara gideceği konuşuluyor.
İşin bir yanı, ABD’den gelen yaptırım tehditleri…
Diğer tarafta ise Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de sondaj çalışması yapmasına karşı AB’nin gündeme getirdiği yaptırım kararları var.
Yaptırım tehditlerini veya uygulamalarını ciddiye alıp almamak, bunları göğüsleyip göğüslememek ayrı bir konu… Türkiye gibi bir ülkenin bu tür tehditleri sineye çekmesi mümkün olmadığı gibi, bu tür kısıtlamalara boyun eğen bir acziyet veya teslimiyet içine girmesi de mümkün değildir. Türkiye bütün bunları göğüsleyebilecek derecede güçlü ve büyük bir ülkedir.
Ancak işin bir de siyaseten ele alınması gereken bir tarafı var.
Türkiye’nin hukuka aykırı bir fiili var mı? Yok. Ne S-400 savunma sistemi kurmasını engelleyen bir uluslararası hukuk maddesi var, ne Doğu Akdeniz’de sondaj çalışması yapmasını engelleyen bir uluslararası düzenleme var.
Bu tür durumlarda iki kriter çok önemlidir. Birincisi haklılık ikincisi hukuka uygunluk. Türkiye hem haklılık zemininde hareket ediyor, hem hukuki meşruiyet zemininde.
Bu yüzden Türkiye’ye bu konularda yaptırım uygulamanın bizatihi kendisi haksızdır, hukuksuzdur, keyfidir.
Türkiye’yi bu konularda engellemeye çalışmak da, cezalandırmaya çalışmak da hukuken ve siyaseten ters tepecek bir durumdur.
AB’nin veya ABD’nin bu tür hamlelerle Türkiye’nin dış politikasına ayar ve istikamet vermesi mümkün değildir.
Şu basit soruları AB de, ABD de kendisine sormalıdır:
Böyle bir dayatma karşısında Türkiye geri adım mı, ileri adım mı atar?
Böyle bir zorlama karşısında Türkiye AB veya ABD’ye daha mı yaklaşır, daha mı uzaklaşır?
Böyle bir tehdit, Türk milletinin sempatisini mi, nefretini mi artırır?
Bu tür emrivakilere karşı Erdoğan liderliğindeki bir iktidar teslimiyetçi bir tavır mı sergiler yoksa daha ileri adımlar mı atar?
Türkiye’yi, Türk milletini ve Erdoğan’ı biraz tanıyan bir ülke veya Birlik, bu tür yöntemlerin ters tepeceğini ve tam tersi bir tablo oluşturacağını iyi bilir…
AB yönetimindeki ve ABD’deki kimi çevrelerdeki vizyonsuzluk ve basiret bağlanması çok aşikâr. Hem de aynı anda böyle bir dayatmaya gidilmesi tam bir akıl tutulmasıdır.
Bir yandan Türkiye’nin Rusya ve Asya bloğuna kayma riskinden dem vuruyorlar, diğer yandan böyle bir şeye sebep olmak için el birliğiyle Türkiye’ye yükleniyorlar.
AB’nin yapması gereken tam da bu konjonktürde Türkiye’yi daha fazla kucaklamak olmalıdır.
Bütün vizyonunu ve politikasını Güney Kıbrıs’ın çapsızlığına indirgeyen bir AB’nin bölgesel bir aktöre dönüşmesi hayaldir. Türkiye ile didişen, Türkiye’yi dışlayan bir AB kazan-kazan anlayışından kaybet-kaybet anlayışına kayarsa en büyük kaybeden kendisi olacaktır.
ABD’nin stratejik aklı da Türkiye karşıtlığı üzerinden bölgede kazançlı çıkamayacağını görmelidir.